Damsız Girilmez

erdal: enver baba, bu gece burada bitmez. gel bir de eskiyeni'ye girelim.
enver: hacı, ben bugün eğlenceye doydum. kafam da bir milyon oldu.
erdal: ama bugün senin doğum günün.
enver: sağol abicim, kutladık bitti. hadi, dönelim hacım, dağılalım evlere.
erdal: vallahi bırakmam, billahi bırakmam. giriyoruz içeri. hesaplar benden.
enver: hacı bak, hesabında filan değilim de... kaldırmaz şimdi eski kırkbeşlik filan.
erdal: ölümü gör. hem bak içerisi de güzel gözüküyor. şu giren çıkan kızlara bak. şu sarışın sarışın, esmer esmer geçen bulutlara bak. hiç itiraz kabul etmem; giriyoruz.
enver: anlaşıldı, senden kurtuluş yok.
bodyguard: buyrun beyler?
erdal: ıyi geceler.
badigard: hop, nereye arkadaşım?
erdal: ıçeriye...
badigard: damsız alamıyoruz arkadaşım.
erdal: ne?
badigard: damsız almıyoruz?
erdal: "parlez-vous français?"
enver: arkadaş damsız girilmez diyor, sen ne diyorsun erdal'cım?
erdal: ne bileyim abicim, dam filan deyince benim aklım fransa'ya gitti. dam kavalye hesabı.
enver: neyse hacı, gel oradan türkiye'ye. geldin mi?
erdal: geldim.
badigard: hoşgeldin abicim ama damsız almıyoruz.
erdal: bu nedirarkadaşım, bar değil, sanırsın nuh'un gemisi.
badigard: ne alaka kardeşim?
erdal: hani her hayvandan birçift hesabı. anladın mı?
enver: hadi erdal'cım, bak, almıyorlar, biz yavaştan gidelim.
erdal: yok abicim. ben buraya girmeden gitmem buradan. dur bak nasıl alacaklar şimdi... arkadaşım, neydi senin adın?
badigard: selahattin.
erdal: hah, bak selahattin kardeşim, biz bu barın eski müşterisiyiz. ben uzun zamandır yoktum buralarda, arkadaş da askerden yeni döndü. bugün de doğumgünü...
badigard: o zaman hiç almayız.
erdal: selahattin kardeş bizi burada herkes tanır.
badigard: ben tanımıyorum.
erdal: öyleyse tanışalım: ben erdal sert. bu da arkadaşım enver sarı. tanıştığımıza memnun oldum selahattin. hadi izin ver de girelim artık.
badigard: arkadaşım, kapamayın artık dükkanın önünü, almıyoruz. damsız almıyoruz.
enver: hadi erdal'cım, arkadaşların işine engel olmayalım. gecenin tadını kaçırmayalım.
erdal: iyi pekiyi, gidelim. ıyi geceler selahattin'cim... abi niye vazgeçiyorsun hemen. ben almıştım elemanı kafa kola. iki dakika daha muhabbet etsek içerdeydik.
enver: erdal'cım, iki dakika daha muhabbet etseydin yerdik odunun hasını.
erdal: abicim sen çok uzak kalmışsın sivil hayattan. dur bakalım. biz buraya gireriz.
enver: inat etme erdal, üstümüz başımız da uygun değil. hadi paşa paşa gidelim eve, tatsızlık çıkmasın.
erdal: ne varmış üstümüzde başımızda... affedersiniz, pardon, bir şey sorabilir miyim?
kız: iyi, sor bakalım.
erdal: bugün arkadaşımın doğum günü. kendisi çok kısa süre önce askerden geldi.
kız: param yok, arkadaşım lutfen.
erkek: hanfendi bakın yanlış anladınız. arkadaşım... param yok mu!... biz dilenci miyiz hanfendi! ha,paranız yoksa biz verelim, o ayrı... şimdi arkadaşım diyordum, askerden yeni geldi, ilk defa çıkıyor . ayıptır söylemesi, biz bu gece kumsal lokantası'na gittik, bir güzel içtik. sonra arkadaşım, ismi enver'dir, erdal, dedi bana. benim adım da erdal'dır bu arada. sizin isminiz neydi?
kız: ay!
enver: affedersiniz, arkadaş biraz sarhoş da, siz onun kusuruna bakmayın. aslında şey demek istiyor.
erdal: kalbimi kırıyorsun enver baba, hem de bir bayanın yanında. hem ben sarhoş değilim. bayandan bir ricada bulunmaktı maksadım.
enver: biz içeri girmek istedik ama damsız almıyoruz dediler. ıçeri kadar sizinle girsek?
kız: ha, öyle söylesenize... merhaba, arkadaşlar benimle...
badigard: yalnız hanfendi, damsız alamıyoruz.
kız: damsız alamıyor musunuz! ben varım ya işte.
badigard: siz girebilirsiniz bayan ama arkadaşları alamıyoruz.
kız: benimle beraberler dedim ya...
badigard: ıkisi de mi?
kız: zevzekliğin lüzumu yok.
badigard: yok, bayan yanlış anlamayın, beyfendilerden biri çok sarhoş, alamayız.
erdal: öyle desen arkadaşım, sarhoş alamayız de, niye damsız alamıyoruz deyip duruyorsun. pekala alıyorsunuz damsız değil mi? sarhoş da olmadığıma göre?
badigard: sen başıma bela mısın arkadaşım: almıyoruz dedik, almıyoruz.
erdal: ama bak selahattin'cim. tamam, bak sen de emir kulusun, seni de anlıyorum.
badigard: beyfendi!
enver: hadi erdal'cım, biz ufaktan kaçalım.
erdal: yok enver baba, biz bu gece, bu bara gireceğiz.
enver: abicim ne uzattın ama muhabbeti...
erdal: kırıyorsun beni enver baba.
enver: oğlum ne kırması. ben senin iyiliğin için diyorum. adam fena kıracak bizi.
erdal: kıramaz abicim, dağbaşı mı burası.
enver: erdal'cım, buraların kuralı da buymuş demek ki. başka gün geliriz.
erdal: başka gün olmaz, ben bugün bu bara girerim arkadaş.
enver: ıyi pekiyi, ne halt yersen ye, ama ben gidiyorum.
erdal: ayıp oluyor enver baba, öyle haltlı maltlı konuşmak yakıştı mı sana!
enver: erdal içince hiç çekilmiyorsun ha.
erdal: ne alakası var abicim. ben senin doğum günün için uğraşıyorum. ıyi tamam, sen git. ama ben giriyorum.
enver: tövbe tövbe...
erdal: ne dersen de, ben giriyorum. sen nereye gidersen git, ama bil ki çok kırıldım.
enver: hayda... az bekle illa gireceksen bizim kızları arayalım, gelirler.
erdal: kardeş, selahattin kardeş?
badigard: damsız alamıyoruz arkadaşım.
erdal: "damsız alamıyoruz, damsız alamıyoruz." sen başka laf bilmez misin arkadaşım.
badigard: bak, erdal kardeşim, bu gece böyle olsun. sonra, başka gün alırız. olmaz mı? hem içeride parti var. yalnızca davetlileri alabiliyoruz.
erdal : biz de bunu yedik!
badigard: ister ye ister yeme. bu akşam bu bara giremezsin arkadaşım. beni şiddet kullanmak zorunda bırakma.
enver: erdal.
erdal: ne var abicim ya, çekiştirme beni öyle. almıyorlarsa almıyorlar. kendileri kaybeder. ama ben de bir daha buraya gelirsem iki olsun. .mına koduğumun herifine bak. ulan meyhaneye gidersin, gamsız girilmez; bara gelirsin damsız girilmez. niye açıyorsunuz ulan o zaman, bu .iktiğimin barını.
badigard: pardon bilader, bir şey mi dedin sen?
enver: yok be hacı, kendi aramızda konuşuyoruz.
badigard: ha, bilelim de bir yanlış olmasın.
erdal: yanlış olursa ne olacak?
badigard: la havle...
enver: hadi hacı hadi...
erdal: yok ama, ben bugünü unutmam. yazdım buraya. seni de unutmam selahattin.
badigard: beyfendi alıp götürür müsünüz, elimden bir kaza çıkacak şimdi.
erdal: gitmiyorum lan, şuradan şuraya gitmiyorum. allahın sokağına da damsız almıyorsunuz ya.
enver: abicim, ne uzatıyorsun. birazdan bizim kızlar gelecek, küp'ün önündelermiş.
erdal: şimdi de almasınlar da göreyim. erdal sert'i bara almayacak adam daha anasından doğmadı.
badigard: bana mı diyorsun arkadaşım?
erdal: evet arkadaşım sana diyorum var mı, sana. ıki gün yüzümüzü unuttuk diye. takım elbise giyiyoruz diye. biz bu ortamların adamıyız. sor bakalım, bir gün bir olay çıkarmış mıyız? bir gün bir yanlışlık yapmış mıyız? neyse kızlar geliyor diye daha fazla konuşmuyorum.
badigard: konuşsan kaç yazar lan hırt. buraların adamıysan anla o zaman sen de badigardların halinden.
erdal: kırıyorsun bizi selahattin'cim, biz emekçi adamın en yakınıyız. onun mücadelesi bizim mücadelemizdir. onun emeği en değerli bir emektir.
badigard: sağol abicim, yalnız yolu biraz açarsak.
enver: kızlar da geldi.
kızlar: arkadaşlar bizimle.
badigard: buyrun.
bar sahibi: a, naber zeynep? enver, sen nerelerdeydin, yoktun uzun zamandır.
enver: askerdeydim..
bar sahibi: geçmiş olsun, nerdeydin?
enver: izmir.
bar sahibi: ıyi, bitmiş ya. buyrun gelin, içerde konuşalım. arkadaşlar bizdendir selo. bir sorun mu var, niye girmiyorsunuz?
erdal: yok, biz iki çift lafın belini kırıyorduk selahattin'le.
bar sahibi: ıyi, ben içeri giriyorum. sonra görüşürüz o zaman. sen ne yaptın zeynep?
erdal: sevdim seni selahattin. selo dersem olur mu? aslına bakarsan selo'cum, anlayacağın biz biraz içtik.
badigard: onu anladık abicim.
erkal: yok, yok, vallahi de billahi de ağzımızla içtik. ıçtik de... içtikçe koydu. artık minareye baktığımız zaman minarenin aleminin göğe doğru yükselişini pakize ilen bulutsuz ay mehtaplı bir gecede hiç mi hiç izleyemeyecektik demek. başımı tüyler gibi, kediler gibi, temiz tülbentler ve mendiller gibi kokan pakize'nin dizlerine koyamayacaktım.
badigard: hatun meselesi mi, pakize makize?
erdal: selo'cum bana sorabilirsin ben söylerim. sait faik'i bilir misin? şimdi biz bu sait faik'in evine gittik, geçen akşam, burgaz'a... kapıyı çaldım, açan yok.
badigard: abicim adam öleli elli yıl var.
erdal: ben de onu dedim, enver babaya, enver baba dedim. biz bu kapıyı çaldık ama sait faik öleli elli yıl oluyor, nasıl açsın kapıyı, dedim. hem bak selo, düşünsene biz kapıyı çalsak kapı da açılsa, kapıyı açan da bekçi filan değil de sait faik olsa altımıza sıçmaz mıyız abicim. ben sıçarım misal. allahtan açmamış. ben bunun üzerine bağırdım pencerlere doğru, çıksana lan dedim, faik beyin oğlu, panco'nun arkadaşı! sen beni dinliyor musun?
badigard: dinliyorum abicim.
erdal: en son ne dedim.
badigard: çıksana lan faik beyin oğlu, panku'nun arkadaşı demişsin. bu faik beyin oğlu beşiktaşlı mıdır?
erdal: niye sen beşiktaşlı mısın? beşiktaşlıysan, taşın bizim takımı al, bir gözü kör, ötekisi amatör kümeye bakar, topçular desen evlere şenlik: karıya bakar, kıza bakar.
badigard: yok abicim ben beşiktaşlıyım, öyle kalayım.
erdal: hepimiz beşiktaşlıyız bir yerde selo'cum.
enver: hadi bize müsaade. zeynep çağırıyor.
erdal: ...dedi, ben kırdım, gerisini bilmiyorum. senin anlayacağın selo, şu ışıklı evde bir gavur karısı var, ondan geliyorum. kocası afganistan'a gitmiş, ben karıyla bütün gece içtim. gecenin bir yarısı kocası dönmesin mi.
selahattin: harbi mi diyorsun abicim.
erdal: yok be selo, yalandan, hulyadan be. senin anlayacağın selo, ben bu ab'ye gıcık oldum. sonra sen de karşıma geçip damsız almıyoruz, giremezsin deyince tepem attı. olan biten bu. hadi ben seni rahat bırakayım, kızlar, biralar kaçmasın.

Şiyir: Ben sana layık değilim

ben sana layık değilim bilemezsin
adını yok gibi aklımdan siliyorum
beni sevdikçe daha çok kalkıyor götüm
ben sana layık değilim bilemezsin
bir kıtada beş kez adımı anıyorum

ağaçlar sonbahara hazırlanıyor; bana ne
bu şehrin amına koyayım, sana bir şey olmasın
karanlıkta umutların parçalanıyorken ben
sokak lambalarına değdiriyorum
kaldırımlarda ürkmüş kalabalık
ben sana layık değilim, sen insan san hala beni

sevilmek kimi zaman osuruktan korkuludur
insan her sabah yeniden yorulur
tırsak kemalist ağzıyla yaşamaktan
kimi zaman susturur ergenekon korkusu
birkaç dosya siler bilgisayarından
hangi gün gözaltına alınacaktır
ağzına dek dolar, geri dönüşüm kutusu

şişli'de varsıl bir orospu gözüme çalıyor
eski zamanlardan bir adam yalıyor
durup anahtar deliğinden deliksiz izlesem
sonra kullanılmamış bir göt nedir desem
sabunlar ellerimde ufalanıyor
ne yapsam ne tutsam ne yutsam
ben sana layık değilim, sen ısrarlısın

belki haziranda bir apış arasısın
ah ne kadar pisim, kimse bilmiyor
bir titreme geçiyor kızsız ellerimden
belki donunu indiriyorum yeşillikler arasında
bütün bütün ıslanıyorum, ürperiyorum
belki gördün kırıldın velevki çin'desin
çirkin hayaller hayalarımı zonklatıyor

ne vakit bir dayamak düşünsem
bu parasızlıkla epeyce zor
ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
ne vakit bir dayamak düşünsem
sus deyip başlıyorum
kımıldıyor çeşit çeşit memeler
evet başka türlüsü olacak
ben sana layık değilim, sen de bir hoşsun

Şiyir: Prag'da bir otel var bildiğim

prag'da bir otel var bildiğim yamru yumru kara taştan içi benim dışı rüzgar prag'da bir otel var sevdiğim gel bu akşamüstü seni oraya götüreyim

prag'da bir otel var bildiğim
anı defterimden yeni yeni sildiğim

bilirsin canısı ben gidince prag'a geçerim kendimden, kentimden,
istanbul bile geçmez düşüncemin semtinden

ve derim ki: prag dayım sanatın ve karizmanın başkentinde
spor, sanat ve kültür fizikle kalırım zinde

prag'da bir otel var bildiğim
sen de bilir misin sevdiceğim
adını kara taşlarına yazarken bir gece
dayak üstüne dayak yediğim

seninle randevulaştığımız o oteli ben nasıl hatırlayayım
sen unut geçmişini ben aklımda tutayım
koca koca suşileri nasıl bir başıma yutayım

prag'da bir otel var bildiğim
mermerini azmimle deldiğim
memelerini özgürce sevdiğim
sen gelmeden apansızca geldiğim

yamru yumru kara taştan
sen çıkardın beni, beni, hey yar beni baştan

prag dayım: soyadını nereden aldığını anlamadığım
der ki bana bu hayatta üç şey var, akşamüstü götürülecek bara
saçından tutup kafası geçirilesi duvardan duvara
anna, yaroslav ve murtaza!

adın da anna değil ama kulak memesi kıvamında kadınım
çok da umrumdaydı, o sarhoş prag dayımın:

prag'da bir otel var bildiğim
yamru yumru kara taştan
içi benim dışı rüzgar
prag'da bir otel var sevdiğim
gel bu akşamüstü seni
oraya götüreyim

Köy Fetişizmi

şimdi üç olay düşünelim:
1. şehirde yaşayan ve her sabah işine arabayla giden akşam işinden arabayla dönen bir adam, yine bir sabah arabasında işine gitmekte. birden bu adamın yanına daha önce hiç araba görmemiş gördüyse de binmemiş bir adam oturtalım. ve bu iki adamı gözleyelim. sürücü yaptığı işle ilgili değildir, gözler yolu izlemekte, elleri ve ayakları bu gözlerin gördüğüne bilinç düzeyi düşük, otomatikleşmiş ve başarılı tepkiler vermekte, araba gayet iyi bir şekilde yolda ilerlemekte ama adamın kafası bu durumla hiç ilgilenmemekte başka başka şeyler düşünmektedir. adamın vücudu otomatik olarak bu işi yapar hale gelmiştir ve beyninin başka şeyler örneğin akşam gitmek istediği halı saha maçı, karısının sabah söylediği bir tatlı söz, başbakanın domuz girib aşısı olmaması gibi şeyleri düşünme imkanı vardır. dönelim ve diğer adama bakalım. adam inanılmaz bir uyanıklık halinde arabanın içini incelemekte, sürücünün hareketlerini gözlemekte belki taklit etmekte, önlerinde akan yola, yanlarından geçen arabalara merak ve heyecanla bakmakta, açık pencereden kolunu ürke ürke uzatıp rüzgarın tenine vuruşunun tadını çıkarmakta, hayatında asla ulaşamadığı bu sürate sürücünün bir pedal basmasıyla ulaşışının garip farkındalığını duyumsamaktadır. arabada olmak onun için farklı, heyecan verici ve özel bir duygudur. bu adamın adı muharrem olsun.

2. boğaz'da bir vapurdayız. mevsim kış hava soğuktur. vapurun dışındaki sırada yan yana oturan iki adam görüyoruz. bu adamlardan biri doğma büyüme istanbul'u cihangir'de oturan ve kadıköy'de zar zor bulduğu bir garsonluk işinde 1000 ytl aylıkla çalışan iki oğlu izmir'de üniversitede okuyan bir adamdır. diğeri ise yıllardır ankara'da yaşayan ama bir fırsatını bulup istanbul'a gelememiş dolgun maaşıyla tek oğlunu iyi bir kolejde okutabilen bir avukattır. bu adamların ikisi de kırk yaşındadır. istanbullu zaten yetiremediği tek maaşının önemli bir kısmını vapura vermenin çaresizliğini, sevmediği ve ağır bir işte çalışmanın öfkesini ve içerde yer bulamayıp dışarda oturmanın üşüyüşünü yaşamaktadır. soğuk kış sabahında güne kötü başlamanın güzel yollarından biri vapurun içinde yer bulamamak olsa gerek. bir de sigara yasağı var ki sorma gitsin. ankaralı ise ilk kez bindiği vapurda deniz kokulu bu keskin ayazın titretişini keyifle yaşamaktadır. etrafında dönen martılara tostundan bir parça koparır ve atar. martılar parçayı havada kapar, kavgaya tutuşup ağzından düşürür ve yine denize düşmeden kaparlar. martılarla geçen bu yolculuk ankaralıyı ziyadesiyle keyiflendirir. yeni güne başlayan boğaziçini seyreder, zamansız bir uzam, günün hiç bitmediği bir yer burası, yeni güne başlamamaktadır ki boğaziçi, bin sene önce başladığı bir güne devam etmektedir. istanbul ne güzeldir. keşke istanbullu olsa bu keyfi hep yaşasadır. bu adamın adı da fahri olsun.

3. çukurova'nın geniş yazılarından birindeyiz. mevsim yaz. incir yetiren sıcakları başlamış. öğle vakti birkaç kişinin oturduğu bu dut ağacı gölgesi bile oturdukları yerde şıpır şıpır terleyen bu adamları serinletmez. sular kanılık, ayran çorba gibidir. adamlar geri işlerine dönmek üzere acele acele öğle yemekleri olan bulgur pilavı ve patlıcan sulusunu kaşıklamaktadırlar. iş sulama işidir ve suyun sağı solu belli olmaz, gitti mi yandık çoştu mu çürüdük demektir. acele acele yemek yenmeli ki tarlada su nöbeti bekleyenler de gelip karnını doyurabilsin. dut gölgesinde oturan adamlardan ikisine dikkat edelim. bu adamlar yirmili yaşlarında iki gençtirler. birinin hayatı bu köyde geçmiş hatta doğduğu haberini babası yine böyle sıcak bir günde bu tarlada fıstık sularken almıştır. liseyi dışardan bitirebilse polislik sınavına girmeyi umuyor, uzman jandarma da olabilir. sırtını devlete bir dayasa yeter, tarla tapan işinden tiksinmiş artık. yufkasını pilavın üzerine atıp bir sokum alıp ağzına götürüyor. pilav da lapa gibi olmuş. hava nasıl sıcak, babası da suyu niye geceye almamış ki sanki. gerçi o da ne yapsın üç kuruşluk fıstık için beş kuruş harçlık isteyecek saka, çekeceğiz artık. yemek bitiyor mu ne, yine sıcak, yine sinekli çamur içinde debelenip duralım hadi. diğer adam ise bu uzman jandarma adayının dayısının oğlu. adana'da doğmu büyümüş, anadolu lisesi bitirmiş, ingilizce'yi güzel konuşuyor, bu dilde filmleri altyazısız izleyebiliyor ve övünür de bu maharetiyle. halen istanbul üniversitesi'nde özel eğitim bölümünde okumaktadır. racon bilir bir edayla atıyor küreğe alışmamışlıktan su toplayan elindeki yufkayı pilavın üstüne, ellerini akrabalarından saklamıştı, biri görüp sorunca da "bir şey olmaz dayı, olacak o kadar" diye kestirip atmıştı bitirim bir tavırla. tarlaya bakıyor, ah diyor içinden, bu adamlar, toprağa can veriyorlar, toprağa can veriyoruz. arzın içine sokup küreklerimizi. gerçekten üretmek bu değilse nedir, diye düşünüyor. şu halaoğlu ne çalışkan çocuk. nasıl hırsla mutlulukla çalışıyorlar. köy ne iyi. ayran ne güzel. hemen yemeği bitirip küreğe sarılmalı, onlardan biri olduğumu göstermem gerek. ne yani biz de delikanlıyız. akşam serinliğinde bir de çay gelir mi acaba dünkü gibi, güzel bir muhabbet dünkü gibi olur mu acaba, diye meraklanıyor. oysa dün akşam çay geldiğinde bu adamlar su sırasında çıkan kavgayı anlatmışlardı. her hafta iki kez gerçekleşirdi bu olay. bu tezcanlı arkadaşımızın adı sait olsun.

muharrem, fahri ve sait'in düşünceleri kendileri için haklı ve doğrudur. ama genele baktığımızda bu insanların bazı hatalara düştüğünü görürüz. şehiriçinde araba kullanmak öyle rağbet görecek bir hobi değildir. tabii evrimleri araba teknolojisinden daha yavaş gelişmiş bir takım angutları dikkate almayalım. onlar yüksek sesle müzik çalarak şehir içinde boş boş gezmeye bayılırlar. belki de onlar da bu işi alışkanlıktan yapıyordur. bilemiyorum. sabah ayazında vapurun kenarında karşıya geçmek, insanın parasıyla rezil olmasından başka bir şey değildir. hele bir de sigara içmek yasaksa. rüşvet verecek durumu olmadığından fıstık suyunu gündüze alıp on beş saat elde kürek tepede güneş çalışmak ise insanı hayattan soğutur, o kadar ki uzman jandarma olup ensede mermiyle yaşamak bile çekici gelir insana.

gelelim önemli soruya:
muharrem, fahri ve sait bu hatalara neden düştüler?
cevap ortak. onlar şahit oldukları bu hayatların içinde değildirler. popüler tabir ile onlar bu hayatlardan teğet geçmişlerdir. muharrem köyünden ilk kez çıkmış ilk kez arabaya binmiştir. şehiriçinde dur kalk dur kalk yakılan benzinin ve sinir devrelerinin derdini bilmemektedir. fahri vapura verdiği üç kuruşla yaşadığı bu bambaşka güzellikte hislerin ve şahit olduğu manzaranın keyfini çıkarırken, bu üç kuruşu günde iki kez verdiğinde aylık vapur masrafının ne kadar olacağını, bu nemli soğuğu yedikten sonra akşama kadar ciğeri beş para etmez adamlara servis açıp çay dağıtmanın nasıl bir çile olacağını hesaplamaz. sait dedesinin köyüne yaz tatillerinde gelir, iki hafta üç hafta yayla havasının keyfini çıkarır ve geri adana'daki merkezi ısıtmalı apartman dairesine, okul başlayınca da sevgilisiyle kaldığı beyazıt'taki evine döner. köyde geçirdiği bu sürede akşamları ninesinin binbir maharetle hazırladığı haşlanmış tavukların ve sebze yemeklerinin, taze yumurtalı taze yağlı, acı ballı kahvaltıların tadını çıkarır. bu sırada farketmediği bazı şeyler vardır. tavuklar kendisi için öldürülmüştür. uzman jandarma heveslisi kuzeni bu yemeği misafirden misafire görmektedir. taze yağ kendisi için kahvaltıya gelmiştir. çünkü ninesi sağdığı sütleri haftada bir gelen sütçüye cüzi bir miktarda satmakta buradan aldığı azıcık parayla deterjan almaktadır. yine bu paranın birazını kocasına vermiş ve "azıcık bal al da saitime kahvaltı da çeşit olsun" demiştir. keyfini çıkardığı yayla havası o köyden ayrıldıktan yaklaşık bir ay sonra çetin bir düşman haline gelecektir. sait bunları düşünmez. köy hayatının, kendinin içinde bulunduğu kesitindeki gibi balkaymak geçtiği kanaatindedir. kuzeninin sağlam ve güçlü vücuduna imrenerek bakar. oysa bu yağız delikanlının yüreğinin, plansız üreme ve mirastan mirasa bölünmekten mütevellit toprağın yetersizleşmesiyle peyda olmuş köydeki geleceksizlikle sıkıştırıldığını, hayatı şehirde aramak ve oranın varoş çocuğu olmak korkusuyla kemirildiğini düşünmez. sait, için için, hayat size güzel, iş derdi yok, maaş derdi yok, diye düşünmektedir.

kısacası sorun empati yoksunluğu, tecrübesizlik ve iletişimsizlikten kaynaklanmaktadır.

Anayoluma kamera koydular!

frijider marka buzdolabı

inci'yle ilk kez yalnız kalabilmişiz, oda alabildiğine o da olabildiğine romantik; mumlar, şarap, müzik, yıldızlar, gökyüzü... inci'ye gerçekten aşığım, onu ilk kez öpeli bir gece olmuş yalnızca...

biraz şaraptan sonra uzanıyoruz kanepeye, zaten miniminnacık olan aşkım kafasını göğsüme koyuyor: dünyanın en mutlu insanı benim. ellerimi saçlarına atıyorum. okşuyorum. şiir bile okuyorum. zaman zaman kafasını kaldırıp yüzüme bakıyor gülümsüyor.
fırsatını bulunca öpüyorum dudaklarından saçlarından... yüzünü bir kez daha çeviriyor ve:
- gökhan, göğsünden patolojik bir ses geliyor, sigarayı biraz azalt.
tabii o romantik anda ağzından çıkan ilk sözün bu olmasını beklemiyoruz ama... olsun demek ki benim sağlığımla ilgileniyor. demek ki beni seviyor, diye düşünmekte yarar var. yoksa ben baştan ayağı cemalsüreya olmuşum, o ibn i sina... neyse...
- tabii, olur diyorum, azaltırım. istersen bırakırım bile...
de o gün ben boş mu durmuşum. heyecandan, ilk kez birlikte kalacağız ya, arkadaş evi verecek mi vermeyecek mi, o eve gelecek mi gelmeyecek mi, ne olacak, ne bitecek, beni yeniden öpecek mi, derken abanmışım sigaraya üçer beşer. kalır mı ciğer... sana patolojik sesten bol verceğim bir şey yok. ben bulutlardayım sen röntgen muayenehanesindesin, ben sana hastayım, sen bana radyolog. neyse... mesleğidir, şudur budur, bence bu da romantik bir şeydir, bu da onun cilvesidir diyorum, kapıyorum gözlerimi, haydarpaşanumune. .. yok be yav... basbayağı sevgilim kollarımda... umrumda mı dünya, şiirlerin bini bir para...

aylarca maymun olmuşum ama olayların gidişatından anladığım kadarıyla bu gecenin sonunda aşk olduğum kadınla sevişmek bahtiyarlığına çok yakınım... olmasa da olur ya... şöyle birlikte uyusak da yeter ya... neyse...
yanılmamışım, beklenen gelişme gerçekleşiyor, ateşli bir öpüşmenin ardından yatağımızdayız... yani, sinan'ın yatağında. ya abicim ben orda mıyım, değilim, ben binmişim bir bulut üstüne kucağımda sevgilim uçuyoruz yaniciğime... neyse... ister istemez içimizdeki o harikulade hayvan çıkıyor sahneye. soyunuyoruz. ama böyle bütün bütün ha... yatağa bağdaş kurup oturmuşuz öpüşüyoruz. sessizlik... yalnızca sevişen bir çiftin çıkaracağı o sesler. ve birden... meme uçları sertleşen sevgilim elini cinsel organıma atıyor - ki sizi bilmem ama biz kendi aramızda ona sik, yarrak, çük filan diyoruz , neyse - ve başlıyor sayıp dökmeye, şöyle sertleşme, böyle ereksiyon, şudur da budur, bıdr da bıdır... ben aldırmıyorum, herhangi bir yeri eksik bırakmamak için öpüyorum da öpüyorum. o da ne az önce kaldığı yerden devam ediyor:
- ön ejekülasyon gerçekleşiyor, yani birleşmeye hazırız, diyor. ben birdenbire kendimi anatomi dersinin ortasında buluyorum. o sırada vücudumda olan bütün fizyolojik değişimler anlatıldıkça ben varolan fiziksel değişimimden biraz feragat etmek zorunda kalıyorum. yani sizin anlayacağınız ben artık bir kobra değil, olsa olsa bir deveye, zamanla da pelteye dönüşüyorum. eski güzel dakikalarıma dönmek için bastırıyorum dudağımı dudağına. ne zaman? tam bana, ereksiyon kaybımı tariflerken. öperek susturmak en iyisi... yeniden toparlanır gibiyim. ıyi direniyorum ve kendime gelip cinsel birleşmenin neden olduğunu öğrenmek istemediğim girişli çıkışlı bölümüne geçeceğim ya. şu anda bile ne olduğunu bilmediğim bir tıbbi durumu benim üzerimden örnekleyiveriyor sevdiceğim, yavrucağım. ben gene "london briç follin davn" şarkısyla ceza sahasında "aklımda kupa elimde kola" aklımda kupa elimde kola kalıyorum. artık bir sevgili değil de bir hasta olduğum mutlak bilgisiyle beni toparlayabilirsen toparla artık. yok. tık yok. bu saatten sonra sabah uyanana dek doğrultamam artık, imkanı yok. şimdi teselliye başlıyor. ben durumu açıklayamıyorum, aman gerginlik olmasın, aman beni yanlış anlamasın vs. vs... bir teselli veriyor ya araya ereksiyon sorununun tıbbi nedenlerini koymasa... ben artık hayattan bezmişim. sabaha belki bir ihtimal, uyku sersemliği ve sabah ereksiyonuyla... çünkü böyle bir haldeyken o gecelik değil adeta ömrümün sonuna dek cinsel hayatım bitmiş olacak yoksa. ne zaman onu öpsem aman patolojik ses, aman bronşit, faranjit, laranjit, vs. vs.
sabah oluyor, tam düşündüğüm gibi, gerçek bir "uyursiker" olarak rüyamda gördüğüm şeyi inci'nin üzerinde uygularken buluyorum kendimi. ıyice uyanır olunca dün kaldığım yerden hop ılık bir mağaraya - ki buna halk arasında am, vajina filan diyoruz, neyse... çok güzel, hayal ettiğimden daha güzel... inci'de ses yok. herhalde dün gece yaptığının yanlış olduğunu düşündü, susmayı tercih ediyor, diyorum. ama yine de bu sessizlik bir şeyin yanlış gittiğine işaret ediyor olabilir, hiçbir ses çıkarmıyor. belki de fazla yumuşak davrandığımı düşünerek hızlanıyorum, yok ses yok. iyice hızlanıyorum. alnımda şıpır şıpır terler... yok, hiçbir tepki yok . eviriyorum çeviriyorum. her türlü muamele. bu muamele sonunda yatakta leş bırakmışlığım var ama inci'de tık yok. bazısı da böyledir, diyorum. ama artık zevk alamaz hale geliyorum çünkü bunları düşünüp duruyorum. yavaşlayarak kulağına eğilip öperken sorumu soracağım. o benden önce davranıyor:
- ne zaman geliyorsun?
- ne?
- gelmeyecek misin?
- ya sen?
- ben hiç gelmem ki...
- neden? yok yok, nedenini sormuyorum. atıyorum kendimi üzerinden. kendimi bayağı bayağı tecavüz faili gibi hissediyorum.
- neyin var, diyor.
- yok hiçbir şeyim yok.
- söyle bana, lütfen.
- yok canım ne olacak.
- yoksa sen de mi boşalamıyorsun?
- yo...
- öyleyse?
- ınci?
- efendim?
- sana bir şey söyleyeyim mi ?
- söyle...
hay, basiretim bağlanaydı da... dilimi eşşekarası sokaydı da... çok uzatmayayım... inci ısrar edince ben de o sırada gerçekten aklımdan geçen şeyi söyleyiveriyorum:
- inci, profilden ne çok benziyorsun atatürk'e...

İstekler

El koalosun frijitide ile ilgili fikir ve örneklerini burada da görmek istiyoruz. El kommela haaaa! TEMAAAASSSS! Changing the mag!

İki Günlük Garsonluk Serüvenim

Efendiler!

Efendi olunuz. Efendilik ne güzel bir şeydir. Ben efendi olamadım. Efendi efendi okusam okulumu bitirir adam olurdum. Olamadım. Efendiliğin kitabı varmış, Soner Yalçın'ın, onu okuyacam ilk iş olarak.

Bu sene birçoğunuzun bildiği gibi okulumun altıncı yılını idrak ediyorum.Kardeşim İstanbul'da okumak ile sürünmek arasında bir hayat sürdürüyor. Ailem zor durumda. Babam çaresizlikten ter ter tepiniyormuş, annem söyledi. Efendilik şart oldu, bir iş bulayım dedim. İki hafta aradım, yok. Sonunda Bahçelievler'de kahve ile kafe arası bir dükkanda bir garsonluk denk düşürdüm. Bugün üçüncü günüm ama hala evden çıkmamış olduğuma göre bu işi bırakmışım. Ramazan'da saat akşam 5'ten gece 4'e Ramazan'dan sonra da öğlen birden gece bire kadar çalışacaktım. Haftada altı gün çalışacak ayda 500 lira kazancaktım. Kabul ettim. Hesaplayalım: 200 lira kira, 50 lira faturalar, 44,2 lira yol parası, 112,5 lira sigara. Toplam 406,7 lira. Akşam yemekleri oradan. Genelde günde iki öğün yerim. Geriye kalan 93,3 lira benim ikinci öğünümü karşılar ve artar bile. Kabul ettim. Zaten günde 12 saat çalışan insan hiçbir şeye para harcayamaz. Fazlasını ne yapayım! Ama işi bıraktım efendiler. İki günden aklımda kalanları bir film şeridi gibi aktarayım size:

D: Patronun beş yaşındaki kızı.
P: Patron
PK: Patronun 25 yaşındaki kardeşi.
G: Şef garsonumsu
S: Bara bakan eleman.
Y: Yozgatlı aşçı yamağı
F: Ben

----

F: D, lütfen tükürme bana, yeter artık?
D: Hee, köpeeek köpeeeek!
F: Ne diyon kız sen?
PK: Lan biz seni çocuk bakıcısı diye mi aldık. Küllükleri değiştirsene!
F: A'bi D sürekli bana tükürüyor, böyle müşteriye bakamıyorum, sürekli elimi kolumu yıkamam gerekiyor.
PK: Hadi hadi, salona geç.

----

F: Ya bak kıracam kolunu kanadını, ne güzel de çocuksun biraz şirinlik falan yapsana ya!
P: Lan bak ilk günden kaytarıyon bu böyle gitmez ha!
F: Efendim, D, sürekli dışardaki çöpleri penceren içeri atıyor. Ona mı yetişecem çay mı götürecem bilemiyorum. Elimde dolu tepsi oldu mu hemen koşup denge mi bozmaya çalışıyor karnıma vuruyor.
G: He he yahu şu D de olmasa zaman geçmez ha patron?
P: O bi tane, o. Oy kızım benim.
G: Şu gözlere bak gözlere!
F: Mınaçaktııımın yalakası! (içinden tabii)
G: Furkan, ne dikiliyon burda, kapıda dursana.
F: Derhal a'bi.

----

Saat: 17:30
F: S usta, bu dolaptaki herşey yavaş yavaş donacak bir saat içinde hepsi mındar olacak. Ben bunun ayarını bilmiyorum. Şunu düzeltir misin?
S: He anam he! Ne saf adamlar var ya!
F: Bak benden söylemesi.
S: Tamam lan işine bak!

Saat 18:30
F: S usta soda istiyorlar. Bu sodaların hepsi donmuş.
S: Donmamışını al.
F: Hepsi donmuş abi.
S: Lan bin tane sodanın içinden donmuşunu nasıl seçiiyon ya!
F: Abi üç tane açtım üçü de donmuş.
S: Donmuşsa açma.
F: Açmadan belli olmuyo ki. Bakıyorum sallıyorum normal. Açınca kar gibi. Bak bu normal değil mi? Bak açıyorum. Aaa donmadı!
S: Malmdrmndm(homurtu)

----

F: Biliyormusuuuun köttüüüü karakterleeer vaarr! Biliyormusun seniiii benden çalaaaarlar!
F: Bazen herkesten sıkıldığın oluyodur, fişi çekip dükkanı kapatasın ınınınım
F: Git kendine başka taş bebek, başka oyuncaklar buuuul!
F: Hangi aşk yola gelir kiiii acı veren biri mutlu eder miiiii aldatan aldanırmış değer miiiii bahane bol.. gönül dara düsünce İiiiinsan hata yapar mı sevince sınırları çizersin giderse ü ze ni yollaa is ter se dön sün son raa Salla ar dı na bak ma as laa yolla al da tan al dan sın.. sal laaaaaa
F: Furkan, dur abi. Çok fena oldun sen. Bi sigara molası falan iste. Niye ya noldu ki? Abi bütün şarkılara eşlik ediyorsun, ambale oldun abi sen. Yapma ya. Valla koçum. Kafa eriyor senin. Sen bi yüzünü falan yıka. Tamam, sen arada uyar beni. Tabii Tabii. Çok fena.

----

F: Mustafa Çeçeli kimdi ya? Hocam mıydı liseden? Limancı mıydı limoncu muydu. Amaaan neyse. Yok takıldı bi kere? Kim bu Mustafa Çeçeli ya.

----

Saat 02:30
Andre Gide: Ey benim sevdiğim, ey çocuk! seni de götürmek istiyorum yanımda. Hadi, elini çabuk tut, bir ışık çizgisine sarılıver, işte yıldız! At ağırlıkları üzerinden. Geçmişin en hafif yükü bile seni tutsak etmesin artık.
F: Andre amca, o ışık, yıldız değil. Dükkanın alarmının ışığı. Hem lütfen bir daha çalıştığım yere gelme. Biz senle, ben kolpacı bir öğrenciyken bile anlaşamıyoduk, garsonken hiç anlaşamayız.

----

F: Y abi, nasıl yoruldun mu?
Y: İdare ediyoruz ya. Çalışacaksın başka çaresi var mı? Hem bana abi demene gerek yok Furkan, aşağı yukarı aynı yaştayız.
F: Ya ne bileyim. Burada herkes abim herkes efendim. Ağzım alıştı iki günde. Ne karaktersiz adam mışım be.
Y: Alışacaksın başka çaresi var mı?
F: Ya abi, alışacaksın başka çaresi var mı çalışacaksın başka çaresi var mı, sen niye böyle oldun ya!
Y: Başka çaresi var mı?
F: O hooo sen ölmüşsün. Gerçi başka çaresi yok hakkaten. Neyse ben salona çıkim laf etmesinler. Çıkalım Furkan, başka çaresi var mı?

---
Saat 03: 00
Andre Breton: Çalışmak utanılacak bir şey bence. Bu yüzden herkese eşit dağıtılmalı. Böylece bu utancı kimse yaşamaz.
F: Andreler, gelmeyin lan buraya. Andreleri almıyoruz.
PK: Ne bakıyon lan?
F: Dalmışım a'bi.
PK: Uyuyon mu lan yoksa?
F: Yok abi, ben bu saatte uyumam ki zaten.

---
G: Sen öğrenci misin?
F: Evet abi.
G: Kaçıncı sene?
F: Altı.
G: Hey maşallah. Kafan çalışmıyor herhalde.
Y: Usta, adam, hukuk fakültesinde okuyor senin benim gibi iki yıllık turizm okumamış ki.
G: Sen karışma lan, ne geziyon burda?
Y: Hava alim dedim.
G: Havayı sonra al.

---
PK: Sen şimdi avukat mı olacan?
F: İşte avukat hakim ne olursa?
PK: Avukat mı yani?
F: Yani hakim de olabiliyoruz, avukat da olabiliyoruz. Memur da kaymakam da noter de...
PK: Sen şimdi avukat mı olacan?
F: Tamam, peki. Avukat olayım. Avukat olacağım evet.
PK: Abi, bu avukatların hepsi çantalı hırsız ya!
P: HA ha HAaa!
F: Hehe hee, öyle ya evet. (içinden: soktuumun ayısı, insan bir espriyi bu kadar zorlar mı be.)

---
PK, P, G, D: Köpeeek... lan... hadi lan... la bebe... dur lan dur... kim döktü lan bunu... bi nargile yapmayı beceremedin bırak... lan gösterdim ya... sen baya safsın ha... azına sıçacam seniiiin... nerdesin sen... o bardağı tezgaha sen mi koydun... köşe masanın adisyonunu sen mi yazdın...
F: Peki efendim... derhal... hemen... hallederim efedim... pardon abi... ya bişi isteyebilir miyim... peki abi... benim haberim yok ki abi... bardağı düşüren sensin abi beni niye suçluyosun... ben yazmadım abi... tabii abi... afiyet olsun... rica ederim... olur abi...

---
F: Y abi bana ekmek arası birşeyler hazırlasana çok acıktım ben yemek yiyeli yedi saat oldu.
Y: Tamam kardeşim, ben sana en kralından bir pizza yapar mutfağa koyarım, iner çıkar yersin. Buraya kimse inmez rahat ol.
F: Sağ ol usta sen de olmasan.
Y: Ben olmasam da çalışacaksın başka çaren var mı?

F: VAR!


İşte böyle efendiler! Ben işten kaçmadım. Beni az çok tanırsınız. Bugüne kadar kaçmadım. Ha, kolpacıya çıkmış adımız. Doğrudur. Ama kimin ne işi varsa koştum. Ev taşıdım. Çanta taşıdım. Temizlik yaptım. Bahçe işleri yaptım. Çiçeklerle falan uğraştım. Tiyatro ayağına dekorlarla, malzemelerle, idarelerle uğraştım. İşten de yorulmaktan da kaçmadım. Yanımda sizlerden bazıları da vardı. Bir organizasyon işinde çalışmıştık. 12 saatten fazla ayakta durduk. Koşturduk. Yorulduk. Hatırlarsınız. Ben bu işi devamlı yaparım, demiştim. Hasılı işten kaçmam. Yine söylüyorum beni az çok tanırsınız. Yukarda yazdıklarım hep doğrudur. Beni tanıyan sizler, yukarıda yazdığım olaylarda vereceğim tepkilerin aslında başka başka olacağını, yukarıdaki durumlara düşmenin beni nasıl yıpratacağını, kıracağını bilirsiniz.

Bu sefer kaçıyorum. İskenderun'a dönmeyi düşünüyorum. Az dersim kaldı. Segilimle bozuştuk. Beni Ankara'da tutan tek sebebim vardı. O da bunca zaman sonra tası tarağı toplayıp geri dönmeyi gururuma yediremeyişim. Şimdi burada kalmanın gururumu tamamen yok edeceği kanaatine vardım. Belki de bilgelik budur. İnsanın gururunu ezmesi... Ama ben çocukluğumdan beri insanın bilgeliğine inanmadım. Doğanın bilgelğini sevdim. Hikayeciliğimin, bütün nesneleri bir bir saymaktan ve onlara şarkılar türküler yakmaktan ibaret olabileceği bir çağda yaşamak isterdim. Babam da kendi hesabına bunu isterdi. Basitlik sevgisi genlerimize işlemiş.

Şimdi bana yine şımarık, tembel, artist, hanım evladı diyebilirsiniz. Yine de diyebilirsiniz.


---
Andre Gide: Şimdi, küstah debdebeyle yüklü, arzularımı bununla yeniden susatmakla mutlu, geri dönmeyecek misin Menalque? Şimdi dinleniyorsam da, senin bolluğun içinde dinlenmiyorum... Hayır; sen bana hiç dinlenmemeyi öğrettin. Bu alabildiğine başıboş hayattan hala bıkmadın mı? Beni sorarsan bazı bazı acıdan haykırdığım oldu, ama hiçbir şeyden yorgun değilim -ve bedenim yorgun olduğu zaman, zayıflığımı suçlandırıyorum; arzularım beni daha iyi ummuşlardı. Elbet, bugün bir şeye pişmansam, o da birçok meyveleri, senin sunduğun meyveleri Aşk Tanrısı, ısırmadan bozulmaya, benden uzaklaşmaya bırakmış olmamdır. Çünkü bugün el sürmediğimizin ilerde yüz mislini buluruz, diye okurlardı İncil'den... Ah! arzumun kavradığı zenginlikten öte zenginliği n'eyleyeyim ben? Çünkü ben öyle şehvetler tanıdım ki, azıcık daha artsalar tadlarını duyamazdım.
F: Dinliyorum Andre, devam et.

Yeni Öyküler 2 - A Dostlar

A DOSTLAR

"Dünyanın tuzu sizlersiniz;
fakat tuz tatsız olmuşsa, o ne ile tuzlanır?"
Matta 5. Bap

Aslı, pencereye yaklaştı. Dışarı baktı. Gri bir akşam vardı. Baba evinin dar mutfağında dikiliyordu. Annesi Perihan Hanım, ocağın başında; bir tencerenin kapağını açtı. Salça ve sarmısak kokulu bir buğu, soğuk pencerelerde su oldu. Pencereler... Pencere... Pencere...

Satırlarca, sayfalarca pencere yazmak istiyorum. Çeşit çeşit pencereler... Eğik harflerle, büyük harflerle, küçük harflerle; olmadı başka dillerle bir sürü pencere yazsam sanki biraz hava alacağım. Ne kadar çok pencere yazsam o kadar çok esecek kafamın içi. Birkaç yıl önce, serin bir akşam, kampüste, açık havada bir film izlemiştim. Filmde sihirli bir tebeşire sahip küçük bir kız vardı. Kız, duvara kapı çiziyordu, çizdiği kapı gerçek oluyordu. Kız, o kapılarla, kötü yaratıklardan kaçıyordu ya da bilinmedik dünyalara geçiyordu. Ah, şu mürekkebin kağıttaki izi genişliğinde çatlasa defter, çatlaklardan yüzüme rüzgar vursa. Böyle umarım ya, kız filmin sonunda ölüyordu. Ben nasıl kurtulurum. Pencere... Pencere... Yazmazsam öykü devam edemeyecek. Aslı, dar mutfakta dikilip kalacak. Yemekler pişmeyecek. Aslı ölmeyecek. Pencere... Pencere...

Perihan Hanım, bir kapağı daha kaldırdı. Bu kez tatsız tuzsuz bir tavuk çorbası buharı, mutfağa boşaldı. İşte Aslı'nın payı budur. Çocukluğundan beri, muhabbetin içkisizi, yemeğin salçasızı, mercimek köftesinin turşusuzu onun payıdır.

Yeni yeni yürümeye başladığı sıralarda ağabeyi intihar etmiş. Nedendir bilinmez, giderken yanına Aslı'yı da almak istemiş. İçtiği haplardan ona da içirmiş. Babaları Fahri Bey, unuttuğu bisiklet anahtarını almak için eve erken döndüğünde ağabeyi ile Aslı, halının üzerinde kıvranıyorlarmış. Buradan sonrası biraz karışık. Perihan Hanım'la Fahri Bey burdan sonrası üzerine hep tartışırlardı. Perihan Hanım, için için Fahri Bey'in oğullarını ölüme bıraktığını düşünür, ince ince bunu ima ederdi. Fahri Bey, oğlunu pek sevmezmiş. Ha unuttum, merhum, intihar ettiğinde on altı yaşındaydı. Neticede ağabeyi o gün ölmüş, Aslı kurtulmuş. Babası, "iki tane kolum var, ufaktır, daha zayıftır diye Aslı'yı kucağıma aldım, komşulara bağırdım, hastaneye koştum..." diye uzun uzun anlatır, kendini savunurdu. Perihan Hanım, avunmazdı. Öyle ki haybeye ölecek olan Aslı olduğu halde, bazen, ağabeyi kendisi yüzünden ölmüş gibi suçluluk duyardı.

Salçasız, tuzsuz, içkisiz, turşusuz ve mümkün olduğunca heyecansız bir hayata mahkum oluşu, ağabeyinin içirdiği hapların ve ölümden döndürülüşünün bebek midesini haşat etmesinden ötürü.

Ağabeyi öleli on altı yıl oldu.

İki akşam önce Aslı, dayanamadı, rakı içti. Biri de bir, bini de bir, dedi. İçti. İçti. Kustu.

Arkadaşları, ailesinden tembihli oldukları için içki içmesine izin vermiyorlardı. Sahile çıktı, hiç tanımadığı bir gruba yaklaştı, müsaade istedi yanlarına oturdu. Tanıştı. Onlara, o günün doğum günü olduğunu, ama arkadaşlarının hepsinin tatilde olduğunu ve bu durumun kendisini çok üzdüğünü anlattı. Öyle içten anlattı ki gençler, ona hep beraber bir yere gidip doğum gününü kutlamayı, teklif etmek zorunda kaldılar. Bir şartla kabul etti. İçkileri o ısmarlayacaktı.

İçti, kustu, evine bırakıldı. Evdekiler uyumuştu. Zar zor yatağına gitti. Midesine sancılar, rüyasına ağabeyi girdi. Otuzlu yaşlarının başındaydı. Yakışıklı bir adam olmuştu. Annesinin burnunu, babasının dudaklarını almış. Muhabbet ettiler. Aslı, huyunun aksine, hiç ters konuşmadı. Bir keresinde okulda bir arkadaşına, bir çocuk musallat olmuştu. Kızın ağabeyi, okula gelmiş, çocuğu sıkıştırmış, "bir daha bu kızın üzerine gölgen düşerse seni çöp kutusuna atar yakarım" demiş, çocuk ciddiye almayınca da bir hafta sonra dediğini yapmıştı. Aslı'nın ağabeyi Aslı'yı öldüreyazmış. Olsun, dedi; hiç sitem etmedi. Okuldan, derslerden, kitaplardan, şarkılardan bahsettiler. Ağabey kardeş gibi... Ağabeyi bir ara aynaya baktı. "Yaşasam amma yakışıklı olacakmışım ha kız?" diye sordu. Aslı güldü. Sabaha karşı midesinde sancılarla uyandı. Birinin, elini karnına sokup midesini çekiştirdiğini hissediyordu. Fahri Bey, Aslı'yı derhal hastaneye götürdü. Ağrı kesiciler vuruldu. Tahliller yapıldı... Perihan Hanım'ın, yemekleri tabaklara dağıtırken söyleyecekleri bu tahliller üzerinedir:

- Miden çok fenaymış kızım. Kanın zehirleniyormuş. Hastaneye yatmazsan iki günden fazla yaşamazmışsın.
- Yatarsam?
- Bir ay, belki.
- Yatmazsam yarın akşam ölürüm yani?
- Kızım... Güveç koyayım mı sana?
- Tavuk istiyorum.
- Hastaneye yat kızım.

Yatmadı. Ertesi günün ikindi vakti, şehrin ortasında bir parka oturdu. Gelip geçenleri izledi. Sonra köyden arkadaşı Mehmet geldi. Mehmet'e, kendisini nasıl bulduğunu sormadı. Mehmet, Aslı'nın ilk arkadaşıdır. Çok eski arkadaşı... "Kokumu takip etmiştir" diye düşündü. Mehmet, Aslı'nın yanına oturdu, ağladı. Aslı şakalar yaptı. Dalga geçti. "Yaşıyor muyuz sanki be Mehmetçik!" dedi. Oturdular, gelip geçen hastalıksız insanları seyrettiler. Ne sıkıcıydı. Yahu, dedi Aslı, sahile çıkalım; ama bana yardım et, midem fena. Mehmet, Aslı'yı koltuğunun altına sıkıştırdı. Sahile çıktılar. Mehmet, oturalım mı, dedi. Yorulduysan oturalım, dedi Aslı. Mehmet, yok, dedi, sen yorulmuşsundur diye söyledim yoksa ben seni ölene kadar taşırım. Sen de pek tebelmişsin, dedi Aslı. Mehmet, bu zoraki espriyi anlamadı. Anlamamasını çok beğendi Aslı. Mehmet ne güzel çocuktur. Sahil kenarında Mehmet'le kucak kucağa yürüdüler. Ölmeden bunu yapabildi.

Belediye çay bahçesinin arkasında bir kulübe vardır. Kapısında "İskenderun Engelliler Spor Kulübü" yazar. Kahramanlarımız, bu kulübenin önünden geçiyorlardı ki içerden bir adamın "kimse yok mu, bir yardım edin, kimse duymuyor mu" diye bağırdığını işittiler. Ses, kulübenin, harita metod defteri büyüklüğündeki penceresinden geliyordu. Kapı açıktı. İçeri girdiler. İçeride tekerlekli sandalyede oturan bir adam vardı. Başka da kimse yoktu. Adamın elleri ve ayakları yoktu. Vücudu bileklerinde sona eriyordu. Pardon, dedi, şu çubuk krakeri açamıyorum. Açıp önüme koyar mısınız? Mehmet, paketi açıp adamın önündeki masaya koydu. Adam, kafasıyla onlara bir ikram hareketi yaptı. Ellerinin varlığından mahcubiyet duymuş olacaklar ki kafalarıyla reddettiler. Adam zar zor masanın üzerine eğildi. Dilini paketin içine soktu. Krakerlerden birini çekti. Dudaklarının arasına sıkıştırdı. Sigara gibi ha, dedi. Güldü. Krakeri, ağzının içine dudakları ile itti. Mehmet kraker paketini aldı. Hiçbir şey demeden adama yedirmeye başladı. Adam itiraz etmedi. Bir yandan yedi bir yandan anlattı:

"Kılığıma kıyafetime bakan, haliyle, itibar etmez. Ama benim bu halim yenidir. Bu sene Hacettepe Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun oldum. İngilizce İktisat... İyi de bir dereceyle... İşte bu dereceye güvenerek Boğaziçi Üniversitesi'ne yüksek lisans başvurusu yapmaya karar verdim. İstanbul'a giderken bir kaza geçirdik. Beni Ankara'da hastaneye yatırdılar. Ellerim ayaklarım orada gitti. Sonra arkadaşlarım gittiler. Sevgilim... Elsiz ayaksız hastanede yatarken bir mesajla ayrıldı benden. Mesajı bana okuyan arkadaşım da iki gün sonra gitti. Sonra ailem beni memlekete getirdi. Yemek yiyemiyorum, tuvalete gidemiyorum... Bir ay dayandılar bokuma, sidiğime, bıktılar. Bıkacaklarını biliyordum. Daha doğduğum gün biliyordum bıkacaklarını. Ama keşke biraz daha bekleselerdi. Çünkü ellerim ayaklarım çıkacak. İnanıyorum. İçerde bir şeyler oluyor, hissediyorum. Çıkacaklar." Bunları arada bir Aslı'ya da bakarak aslında Mehmet'e anlattı. Mehmet, adın ne, diye sordu. Asım, dedi. Eee sonra Asım, dedi Mehmet. Asım devam etti: "Babam, sana iş buldum, dedi. Beni bu tekerlekli sandalyeye koydu. Buraya getirdi. Burada kalacak, burayı çekip çevirecekmişim. Baba, dedim, elim yok, ayağım yok, nasıl ederim? Yeter, dedi babam, bahane istemez. İşte böyle buraya bıraktı. Geçen gün, ağabeyimle yengem geldi. Çocukları olmuş. Bana bir kutu yemesi kolay malzeme bıraktılar, işte şurada. Onlardan yiyorum. Onu da sesimi duyanların yardımıyla... Kapıda yazana da bakmayın. Burada ne spor var ne de benden başka adam. Böyle spor kulübü mü olur? Şu kulübenin durumuna bak a'bi, Van Gogh resminde gibiyim."

Aslı'nın mide ağrısı dayanılmaz olmuştu.
- Ben biraz hava almaya çıkacağım, Mehmet, dedi.
- Dur yardım edeyim, kalkma dur.
- Kalkarım ben, iyiyim, dedi, sen Asım'a yardım et.

Aslı, Asım'ın her kraker paketi açana -yani belki de her gün- hikayesini anlatmak zorunda olduğunu fark etti. İktisat Fakültesini, iyi bir dereceyle, insan, itibar için bitirirdi ve Asım'ın kılığına bakan ona hakikaten itibar etmezdi. Asım da bunu bilirdi. İtibara şayan olduğunu kendisini gören herkese anlatırdı. Van Gogh benzetmesini herkese söylerdi.

On adım yürüdü yürümedi, dizlerinin bağı çözüldü. Yere düştü. Asım demeseydi unutacaktı. Öyle ya, bir aydır aramıyor olsa da, onun da bir sevgilisi vardı. Onunla konuşmak istedi. Bunca zaman sonra arayıp, ben ölüyorum, demekte bir anlam bulamadı, vazgeçti. Karnı patlayacak gibiydi. Acı dayanılmaz olmuştu. Kafasını taşlara vuruyordu. Ölüyordu. Taşları daha az hissetmeye başladı. Geri kalanları bir yana Aslı hep dokunma duyusunu sevmiştir. Hem de aklını kaçıracak kadar... İnsanların dokunmasını değil sadece, denize girdiğinde suyun göbeğine dokunmasını sevdi mesela. Arabanın penceresinden uzattığı koluna rüzgarın dokunmasını sevdi. Öyle ki çok uzun yolculuklar, sırf bu zevkle, kısalırdı. Çıplak ayakla tahta evlerde yürüdü. Misafirdi bu evlerde, ev sahipleri keyfine anlam veremediler. Aslı, hayatı bütün biçimleriyle yaşamak istiyordu. Bir gün balık olarak, diğer gün ağaç, kedi, kuş, solucan... Bunu, olacak bir şeymiş gibi istiyordu hem de. Şöyle anlatayım: Fahri Bey, her hafta sayısal loto oynar. Üç tutturduğu bile çok nadirdir. Perihan Hanım, olan üç kuruş parasını da gidip lotoda batırmasına kızar. Fahri Bey onu duymaz bile, her Pazar günü yıkılmış olur. Karısı üç kuruş paraya üzülür, o, her seferinde milyonlarını kaybetmiş gibi yıkılır. Aslı'nınki de aynı hesap... İskeleden denize atlarken havada dilerdi, denize girer girmez bir orkinosa dönüşmeyi. Orkinos olarak dünyayı hissetmek, bir orkinos olarak dokunulmak isterdi. Allahım, derdi, kim bilir nasıl bir şeydir. Suların kuyruğuna, yüzgeçlerine dokunmasını düşlerdi. Bu ne bilinmez bir histi. O bunu nasıl özlerdi. Bazen bahçede uyurdu: Ah bir fidan olarak uyanır mıyım, diyip. Rüzgar yapraklarını titrettiğinde acaba o bunu nasıl hissederdi? Hele şu kim bilir ne güzel bir histir: kedi olup halılara taksa tırnaklarını... Düşünürdü: Kediler okşanınca hırlıyorlar, biz hırlamıyoruz. Demek ki, derdi, kediler başka bir haz alıyorlar bundan. Birkaç gün de kedi olmalı. Of hele uçmak ne güzel şeydir.

Asım, Mehmet'in de yardımıyla, tavandaki avize kancasına bir ip bağladı. İpin ucunu düğüm edip boynuna geçirdi. Mehmet'ten dışarı çıkmasını istedi. Çıkınca da kendini tekerlekli sandalyesinden attı. Mehmet'e, bunu, ellerini ve ayaklarını çıkmaya zorlamak için yapacağını söylemiş, Mehmet anlamamış ama kabul etmişti. Asım, bir süre havada elsiz ve ayaksız çırpındı. Tavandaki kanca yerinden çıkınca yere düştü. Bu arada Mehmet, bilincini çoktan yitirmişken, Aslı'nın ölüşünü izliyordu. Düğüm sıkışmış, Asım'ın boynuna oturmuştu. Elleri olsaydı ah, çıkıverseydi elleri. Van Gogh kulübesinde adam, hırıltılar çıkararak, patırdaya patırdaya can verdi. Aslı, son nefesinde bir kez "Anne" diyebildi.

Sigara Yasağına Karşı

Hepimiz öleceğiz, siz bizden bir 20 - 30 yıl daha fazla yaşayın e mi. İsterseniz 50 yıl, 100 yıl yaşayın, gocunmam, zaten o sırada gocunacak yerlerimi kemiren kurtlar beni bir çiçeğe (hassiktir lan gavat) dönüştürmüş olacak, acele ederseniz o çiçeğe konma olasılığınız olur, emersiniz inceden ve lüleden. Oh ya, şimdi sırada reklamlar var. Cezası neyse çekeriz. Britniy Spiırs'la ilgili bir duygum yok, kendisini çok fazla tanımam, merhaba - merhaba; ama öğrendiğim kadarıyla epeyce külliyetli bir hayvan kitlesi varmış. Ben şimdibu hayran kitlesini şu görüntü ile sigaraya alıştıracağım.

Zehir zıkkım olsun, bırak şu "Marlboro Lights" meredini
Yoksa gebereceksin, cahil, pis tiryaki Spears'lardan Britney!

Yeni Öyküler 1 - Güzel İzmir

GÜZEL İZMİR
“A’biler, geçen gün, liman kapısında nöbetteyim. Hafta sonu, gelen giden çok az… Karşı yoldan bir kadın girişe doğru hırsla geldi. Kocaman şapkası, kocaman güneş gözlükleri var. Üzerinde pijama gibi bir elbise… Deli sandım.
- Hop, nereye gidiyo’n lan, dedim.
- Buranın yetkilisi kim? Şikâyete geldim şikâyete, dedi.
Baktım konuşması düzgün; deli değil de zengin galiba, diye düşündüm. Sonra dedim ki, kendi kendime, ulan hep fakir deli olacak değil ya bu da zengin delidir.
- Ne istiyorsun, dedim.
- Şikâyet edeceğim. Yetkili yok mu, dedi.
- Bugün buranın yetkilisi de patronu da çaycısı da benim, dedim. De bakim, neymiş şikâyetin?
Gözlüklerini çıkardı. Bir baktım Şenay D… Var ya şu ünlü şey… Neydi ki bu kadın? Eee, ünlü şey… Ünlü işte ya… Ünlü. Bana baktı, baktı:
- Ben, şu karşıdaki (…) Tower’ın on altıncı katında oturuyorum. Dün akşamüzeri limandaki gemilerden birinin bacasından bir duman çıktı. Aman Allah’ım, kapkara bir şey. İzmir’i dumana boğdu. Ev-Ka taraflarını, Karşıyaka’yı göremez oldum.
- Eee, dedim.
- Bakın, eee, diyorsunuz. Eee, demeyelim. Güzel İzmir’imizi mahvediyorlar. İzmir sevilesi bir yer. Koruyalım İzmir’i, dedi.
- Valla haklısın, dedim. Hani ben de şu karşıdaki (…) Tower’ın on altıncı katında, ne on altısı ikinci katında otursam ben de İzmir’i severim. Bayılırım İzmir’e. İzmir gibi güzel yer var mı, o zaman. Ama ben şu karşıdaki işletme binasının kazan dairesinde yaşıyorum. Yirmi yedi aydır. Yirmi yedi ayın her günü İzmir’den ayrı ayrı tiksindim.
- Lütfen böyle demeyin, dedi, İzmir hepimizin.
- Tamam, dedim, tamam. Şikâyetini bak buraya yazıyorum. Bak, günlük raporuma yazdım. “Gemiler çok duman çıkarıyor, İzmir’i kirletiyorlar, diye bir şikâyet alındı.” Ama ben sana bir şey diyeyim mi?
Hakikaten işine yarayacak bir şey diyeceğimden emin, gözlerini gözlerime dikti:
- Evet?
- O, dün akşam, kapkara dumanıyla Güzel İzmir’i zehirleyen geminin sahibi var ya…
- Evet?
- O da büyük ihtimalle şu karşıdaki (…) Tower’ın on yedinci on sekizinci katında falan oturuyordur. Yani, senden en fazla iki üç kat yukarıdadır. On altı kat aşağı inip benim gibi davarla muhatap olacağına, iki kat yukarı çıkıp armatör adamla muhabbet et. Yapmayın efendim, de. Şöyle entelektüel, böyle Güzel İzmirli anlat derdini. Hem, bak hele, sen böyle on altı kat aşağı iner şikâyetini söylersin, ben seni dinlerim. Ama ben on sekiz kat yukarı çıkıp “sizden şikâyet var” dersem. Beni on sekizinci kattan sallandırırlar. İşte o zaman tersten görürüm Güzel İzmir’i.”
Fahri anlattıkça, İzmir Limanı işletme binasının kazan dairesinde yaşayan on dört adam, keyifleniyor, çay karıştırıyor, kahkaha atıyordu. Sanki intikamları alınmıştı. Rahatlıyorlardı. Burası, tek ve küçücük penceresinden içeriye liman ambarlarındaki bitlerin tembel tembel uçtuğu, yirmi beş otuz metrekarelik bir odaydı. On dört güvenlik görevlisi, yirmi yedi aydır ha çıktı ha çıkacak durumdaki tayinlerini bekliyorlardı. Ne memleketlerine dönebiliyor, ne adam gibi İzmir’e yerleşebiliyorlardı.
Ben ilk olarak Fahri ile tanıştım. Konak İskelesi’nin yanında bir kahvede oturmuş gelen geçeni izliyordum. Kalabalık bir akşamüstü… Bütün masalar doluydu. Uzun boylu, zayıf, gerçek yaşından hayli ihtiyar göründüğünü yaşını bilmeden de fark edebileceğiniz bir adam, karşıma dikildi:
- Oturacak yer yok da… Siz de teksiniz… Masanıza oturabilir miyim? Bir çay içip kalkacağım zaten, dedi.
- Tabii, buyurun, dedim.
Önümüzde ne gazete ne kitap, hiçbir oyalantı olmadığından biraz gergin bir susuş yaşadık. Sonra o dayanamadı:
- Benim adım Fahri, dedi.
- Memnun oldum, ben de Furkan.
- Fahri işte…
- Evet.
- Hani derler ya fahri doktor, fahri üye… Öyle. Kolpa, dandik yani.
- Estağfurullah, dedim.
Fahri, dolmuşmuş meğer. Anlattı da anlattı. İzmir’den önce Mersin’de on iki yıl çalışmış. Evlenmiş, ev almış. Yerleşmiş. Üç tane kızı varmış. Melek gibi çocuklarmış. Fotoğraflarını da gösterdi.
- Zeynep daha çok küçük, onun fotoğrafı yok. Çekmedik daha.
- Çok güzel çocuklar, maşallah.
- Küstüler şimdi bana, telefona gelmiyorlar. Anneleri zorla tutuşturuyor ellerine, yalvarıyorum, cık, konuşmuyorlar.
- Niye?
- Geçen gün bana, internet kafeye git de kameralı konuşalım babacığım, dediler. Gittim, konuştuk. Öyle daha kötü, çok kötü oldum. Karşında görüyorsun, gidemiyorsun, dokunamıyorsun. Bir de internet kafe rahatsız bir yer. Konuşamıyordum. Sizi seviyorum, yazarken utanıyor, sağa sola bakıyordum, okuyan var mı, diye. Sağımda solumda neler oluyordu, neler. Az sonra dımdızlak adamların harala gürele sevişecekleri ekrana, el kadar kızlarımın görüntüsünün yansıması da beni ayrı bir sinir ediyordu. Şimdi sen manyaklık bu diyeceksin. Doğrudur, insan çok özleyince manyaklaşıyor demek ki.
- E, niye küstüler?
- Ha, onu anlatıyordum. İnternet kafeye gittiğim günün akşamı sıkıntıdan uyuyamadım. Ağladım. Bir de ben yurt gibi bir yerde kalıyorum şimdi. Ağlayamıyorsun da kalabalığın içinde. Kızlar, ertesi günü, baba yine internet kafeye gitsene, diye mızmızlandılar. Gitmedim. Küstüler. Konuşmuyorlar.
Boşlar gitti; dolular geldi. Fahri anlattı. Mersin’deki günleri. Karısını, çocuklarını, İzmir’e nakledilişini… Bir yerde, yahu Fahri, dedim, ben azıcık hukuk bilirim. Sizin bu nakil işi kanuna aykırı olmuş. Şikâyet etseydiniz ya.
- Doğru diyorsun, dedi. Şikâyet etseydik nakil iptal olurmuş. Süreyi kaçırmışız. Gençken bu memleketin insanı koyun, nereye sürsen oraya gider, derdim. Ben de farklı değilmişim. Sonradan açtık bir dava. Açmaz olaydık. Danıştay’da o daireden o daireye dönüyor. İptal kararı ha çıktı ha çıkacak diye buraya da yerleşemiyoruz. Gerçi ben biliyorum, evi buraya taşıdığım gün, o iptal kararı çıkar. Taşımadan da çıkmaz gavur. Doğru, altmış gün içerisinde itiraz etseydim, beni geri Mersin’e paşa paşa göndereceklerdi. Etmedim. Cehalet… Bakma üniversite de okudum, anayasa hukuku, şu hukuku, bu hukuku gördüm. Sekiz yılda da olsa, bir açık öğretim kamu yönetimi diploması aldım. Gerçi bana kendini yönettirecek kamunun ben ta…
Fahri peştamalın kenarından okkalısından bir küfür savurdu. Utandı. Bana baktı:
- Mersin’de aile babasıydım, burada serseri oldum. Kusura bakma, dedi.
- Canını sıkma, ben de az serseri değilim bu aralar.
Benim bozulmadığımı görünce Fahri rahatladı, devam etti. Artık anasına, avradına, Allah’ına, kitabına söverek anlatıyordu. Beşer tane çay içmiştik herhalde. İnsan çay sarhoşu da olurmuş. Üniversiteden, derslerden falan bahsederken Fahri birden gürledi:
- Ben bu ÖSS’ye de karşıyım arkadaş!
- Hayda, niye be Fahri?
- Herkese aynı soruları soruyorlar.
- E, ne olacaktı?
- A’biciğim, ben liseyi Abdo Dayı’nın tay ..ktiği yerde okudum, öbür adam kolej mezunu. Adam, liseyi bitirdiğinde en az üç yabancı dili şakır halde; ben Türkçeyi zor konuşuyorum. Hani derler ya, derdimi anlatabilecek kadar İngilizce biliyorum, diye. Ben işte anadilimi o kadar biliyorum. Nidelim ki şimdiki dertlerimi anlatmaya Türkçem de yetmiyor. Sonra getirip aynı soru kitapçığını önümüze koyuyorlar. Ulan, tabii ki o benden çok bilecek, tabii ki o benden hızlı çözecek! Dur aklından geçeni söyleyeyim, doğrudur, bizim gibi çocukların da iyi bir üniversitede okuması mümkün tabii. Oluyordur. Olmuştur. Ama hep mucize gibidir, a’biciğim. Televizyona çıkarırlar o çocuğu. Anası babası ağlar. Çünkü bu çocukların her başarısı dramatiktir, oğlum. Çocuk bile, o, çocuk aklıyla bilir, aslında kendisine ayrılan payın elindeki olmadığını. Dünyanın kendisine vermeyi düşündüğünden fazlasını zorlayarak almıştır. Bütün dünyayla mücadele etmiştir, Final dergisinin, Güven-der yayınlarının, kitapların, testlerin arasında. Ama hayat, mücadele değildir, a’biciğim. Mücadele olmasın hayat. Ben hiç sevmem mücadeleyi. Hem böyle mücadeleyle gelen galibiyet insanı mutlu etmez, hırslandırır. Hırs, ne berbat bir şeydir, a’biciğim.
Bu sözlerin birazını o söyledi, birazını ben söyledim. Ayrı ayrı konuşma çizgileri açma gereği görmedim. İşin aslı, birbirlerine serçe parmaklarını verip masamızın üzerinde dönen sözlerimizi nereden böleceğimi bilemedim.
Konuştuk, güldük, sustuk. Sonra Fahri, gel seni limana, kaldığımız yere götüreyim, arkadaşlarla tanıştırayım. Onların da fahriliği benimkinden az değildir, dedi. Çayları ödedik, çıktık. Yürümeye başladık. İzmir, göğsünü, sarı tüylü, esmer kollarıyla, serin bir çarşafa sıkıştırmış, ertesi sabah yapacağı hinlikleri planlayan şımarık bir kız çocuğu gibi uzanıyordu. Yatıyordu ya gözleri cin gibiydi. Uyumasına daha baya vardı. Yürüdük. Fahri çok uzun süre susamıyordu:
- Bazen delirecek gibi oluyorum. Vereyim istifamı diyorum. Sonra çocuklarım geliyor gözümün önüne. Zar zor bir kapıya girmişiz, sabret, diyorum. Zaten bu işe taklayla girdim. Öyle bakma, hakkımdı. Ancak hakkımı bile taklayla alabildim.
- Nasıl yani?
- Ben bu işe girdiğim zaman KPSS falan yoktu. Her kurum ayrı sınav açıyordu. TCDD Altıncı Bölge Müdürlüğü, güvenlik görevlisi alacakmış, dediler. A’bim, şu sınava gir yoksa sen bu hımbıllıkla aç kalırsın, dedi. Girdim. Beş kişi alınacak, bin kişi başvurmuş, birinci oldum. Bininci değil ha birinci… Benden sonraki beş kişiyi aldılar, beni almadılar.
- Nasıl almazlar?
- Almazlar a’biciğim, benim adım Fahri.
- Doğru ya. E, nasıl girdin?
- Önce mücadele ettim. Osmaniye’de oturuyoruz. Haftada bir Mersin’e gidiyordum. Beni işe alın, diyordum. Her gitmeme, bir hafta sonra gel, senin şu kâğıt eksik, onu da al, diyorlardı. Evrak eksiği bitmiyordu. İlmühaberler, fotoğraflar, sağlık raporu, sabıka kaydı, cart kaydı, curt kaydı… Yol parası da bana kayıyordu tabii. Haftalarca evrak götürdüm. Sonra bir gidişimde, yine, haftaya gel, dediler. Ne eksik, ne getireyim, dedim. Bir şey getirme, sen şimdi git, haftaya gel dediler.
- Hayda!
- Adamlara da hak vermek lazım… Var olan bütün evrak türlerinden bir asıl, iki aslına uygun, beş suret getirmişim. İstenecek anamın nikâhından başka bir şey kalmamış. Onu da istemeye terbiyesizlikleri yetmemiş olacak. Eve döndüm. Memlekette bir hafta dolandım. Rüşvet versem dedim, para bulamadım. Araya adam soksam… Kimi sokacaksın? Tanıdığım herkes fahri. Hepsi, zamanında, Abdo Dayı’nın tayına bir kez olsun hallenmiştir. Hallenmese de gönlü kaymıştır. Gerçi ne eşekçiler başımıza adam oldu ya benim tanıdığım yoktu. Bir hafta geçti gitti. Elde hiçbir şey yok. Mersin otobüsüne bindim. İyi, dedim, gidip o personel işleri şefini döverim, hiç olmazsa biraz keyfim yerine gelir. Mersin’e vardık. Otobüsten indim. O zaman seçim zamanı… İstasyona doğru yürürken (…) Partisi bilmem ne adayı Bilmemkim Bilmemneoğlu’nun seçim bürosunu gördüm. Kafamda bir elektrik çaktı. Lan Fahri, dedim, mücadeleyle olmadı, dayakla da olmaz, gel biz senle bir takla atmaya çalışalım. Tamam mı? Tamam. Adamın adını, soyadını, adresini bir kâğıda yazdım, kâğıdı cebime koydum. İstasyona vardım. Sen, personel işleri şefini bir döversin. On dakikaya kalmadı, ambulanslı polisli bir maceradan sonra kendimi nezarette buldum. Tabii polisten iade-i dayağımı da fazlasıyla aldım. Polis, yorulup beni bırakınca, “a’bi, tamam” dedim. “Bir daha Mersin’e adımımı atmam. Ama eve gidecek yol param yok. Şu adreste benim dayım oturur. Nerdedir ben bilmiyorum? Beni oraya götürün, bir yol parası alayım.” Polis elimden kâğıdı aldı. Güldü. Şimdi bu adam senin dayın mı, dedi. Dayım a’bi, dedim, annemin ağabeyi. Polis, gel gidelim bakalım, dedi. Yalancı çıkarsam da ne yapacağını net olarak anlattı. Bana inanmadı ama her ihtimale karşı ağzımın yüzümün kanını temizledi. Yara bandı falan yapıştırdı. Seçim bürosuna vardık. Kapıdaki resme iyice baktım. Gider yanlış adama sarılırım da ağzıma sıçarlar, diye çok korktum. Neyse ki fazla kalabalık kalmamıştı. “Dayımı” hemen buldum. Aşkla eline atıldım, üç kere öptüm. Dayıcığım nasılsın, dedim, anamın babamın hep selamı var. Bütün köy sana duacı dedim. Göbeği ileri, ensesi geri bir adamdı dayım. Vay yeğenim, otur, dedi. Yeğenime bir çay getirin, dedi.
- Nasıl ya?
- Nasılı var mı! Adam, bir hafta sonra seçime girecek kardeş. O ara kim ona dayı dese o da yeğenim diye sarılacak elbet. Millet, dayı desin diye ölüyor adam. Oturdum, çay getirdiler. Dayımla muhabbete başladık. Anamı babamı, köylüyü sordu. Bizimkiler yeni hacı oldular Allahın izniyle, hep senin için dua ediyorlar dayı, dedim. Allah razı olsun, inşallah mübarek ağızların duaları kabul olacak yeğenim, dedi. Amin! dedim. Yüzüme gözüme ne olduğunu sordu. Polise şöyle bir baktım. Bembeyaz olmuş. Köpek kovaladı da düştüm, dedim. Bu memur bey sağ olsun, yardım etti, pansuman ettirdi, dedim. Aman yeğenim, kendine dikkat et, sen bize lazımsın, dedi. Polise teşekkür etti. Kahramanlığından ötürü kendisini tebrik etti. Polis yutkundu, kulağıma eğildi: aman para isteme, dedi. Olur mu ya, yol param yok, dedim. Hâlbuki para istesem belki de foyam ortaya çıkardı ama naz yapıyordum. Polis taklayı yemişti bir kere. Ben sana para veririm, ondan isteme ayıp olur, harçlık da veririm, çorba içer tantuni yersin, dedi. Dayımla vedalaştım. Öpüştüm. Çok çok selam yükledi. Dualarını eksik etmesinler, sen de bir ihtiyacın olursa gel beni bul, dedi. Polisten para aldım. En yağlısından bir buçuk tantuni yedim. Otobüse bindim eve döndüm. Beklediğim gibi, iki gün sonra personel işlerinden bir kağıt geldi. Gel, pazartesi işe başla, yazıyor. Yanisi şu ki, o polis, istasyonu da arayıp nasıl bir belaya bulaştıklarını anlatmış, sağ olsun. İşte böylece işe girdim.
- Fahri, sen bambaşka bir adammışsın be!
- Yaa, kafam çalışır aslında. Mesela ilkokuldan sonra Robert Koleji’ni yüzde yetmiş bursla kazandım.
- Hadi canım, gittin mi? Gitmedin. Niye gitmedin peki? Paran mı yoktu?
- Yok, babam da maşallah para vardı. Biz, çok görmedik ama sağa sola dağıtacak kadar vardı. Lakin babam, bu yaşta yatılı okula gidersen ibne ederler seni, dedi. Göndermedi.
- Yok be!
- Valla öyle. İbne olmadık da ne oldu, hesabı var mı sanki şimdi yediğimiz… te Allah’ım. Neyse, bak bizim malikâne burası.
Liman İşletme Müdürlüğü binasını gösterdi. Yürüdük. Binaya girdik. Kapıdaki güvenlik görevlilerine selam verdik. Alt kata indik. Boruların, kazanların, hortumların, farelerin yanından, karanlık bir koridordan geçtik. Bir odaya girdik. Burası, tek ve küçücük penceresinden içeriye liman ambarlarındaki bitlerin tembel tembel uçtuğu, yirmi beş otuz metrekarelik bir odaydı.

İntertoto'dan yaylım ateşi: “Hıncal deve gibi kincidir”


İşte beklenen haber, işte merak edilen adamla ilgili ilk bilgiler…
Göreve başlar başlamaz efsane olan profesyonel Sabri İntertoto, ilk röportajını malaanlatırgibianlat’a verdi. Meslek aşığının ağzından ilk kez duyacağınız ve Türkiye’de gündemi değiştirecek çok önemli açıklamalar camianın gözü kulağı olan malanlatırgibianlat farkıyla!


Sayın İntertoto, geldiğiniz günden beri hakkınızda çok konuşuluyor, hatta camiada ciddi bir bölünmeye yol açtınız. O kadarki, aralarından su sızmayan Haşmet Babaoğlu ve Hıncal Uluç sizin yüzünüzden karşı karşıya geldi. Neden bu kadar tartışılıyorsunuz?
Beklentiler fazla olabilir. Hıncal beni yaşlı buluyor, Haşmet ise gönül adamı olduğumu biliyor. Haşmet’le eskiden tanışırız, o sebeple beni iyi tanıyor, neler yapabileceğimi, buraya neler kazandırabileceğimi biliyor. Ancak Hıncal farklı tabi… Biliyorsunuz onun goygoyculuğu da vardır biraz…

Goygoyculuk derken neyi kastediyorsunuz? Yılların gazetecisi Hıncal Uluç neden böyle bir şey yapsın ki?
Hıncal iyidir, hoştur, şendir, gıdaktır. Ama kıskançtır. Ve de kincidir. Deve gibidir. Hiçbir şeyi unutmaz, affetmez. Hıncal’la biz gıyaben tanışıyoruz. Bir ara medyaya da yansımış bir svithart olayı vardır onun.

Manken Ece Gürsel’i diyorsunuz?
Evet. Biz Ece’yle bir dönem çıktık. Aslına bakarsan, onlar Hıncal’la ayrıldıktan sonra çıktık ama Hıncal bunu bir türlü yediremedi. Şimdi, kızın olgun erkeklere ilgisi olduğu biliniyor. Hıncal’dan olaylı şekilde ayrılıp, o zaman bir de operasyon geçirmişti Hıncal, benimle birlikte olmaya başlayınca Hıncal bunu gurur meselesi yaptı. Sağda solda konuşmuş hakkımda. Kulağıma geldi tabi bunlar, ama bana yakışmaz diye ses çıkartmadım. Sonuçta kız mevzusu yüzünden milletin ağzına laf verecek adam değiliz.

Yani size göre Hıncal Uluç’un size takmış olmasının sebebi kız arkadaşını elinden almanız mı?
Ben öyle bir şey demedim, bak o lafı sen söylüyorsun. Sonra bizi polemiğin ortasına atma. Ben bir profesyonelim. Kızla çıkmaya başladığımızda onlar zaten ayrılmışlardı. Ha, öncesinde tanışıyorduk zaten Ece’yle ama arkadaştık, aramızda bir şey yoktu. Birkaç kere Lola Beach’te kumsalda arkadaş grubuyla gitar çalıp bira içmişliğimiz vardı ama aramızda bir şey olmadı.

Peki Hıncal Bey olayı niye buraya getirdi?
Onu ona soracaksın genç arkadaşım. Hıncal operasyon geçirdikten sonra kız ondan ayrıldı. Birkaç hafta sonra “Dabbe”nin galasında karşılaştık. Hıncal’la ayrıydılar ama birlikte gelmişlerdi. Hani ameliyat falan, adam yaşlı, kız acımış herhalde. Neyse, o zaman Hıncal’la da merhabalaştık. Galadan sonra Ece’yle biraz sohbet edince biz, Hıncal galiba gerildi. Ben olay çıkmasın diye, izin isteyip ayrıldım kokteylden. O geceden bir hafta sonraydı galiba, bir baktım tanımadığım bir numaradan mesaj. Aradım, Ece’ymiş.

Telefon numaranız vardı yani Ece Hanım’da…
E güzelim sonuçta ben profesyonelim. Camianın tamamında numaram var. Arayanın Ece olduğunu öğrenince nasıl yardımcı olabileceğimi sordum, o da Paper Moon’daki bir partiye davetli olduğunu, kavalyesi olmak isteyip istemeyeceğimi sordu.

Hıncal Bey’le niye gitmiyormuş?
Yavrum dedim ya ayrıldılardı diye. Herhalde işi uzatmak istemedi. Ben zaten sorgulamam öyle. Kadına fazla sormayacaksın. Gelir misin dedi, gelirim dedim. Zaten Billur Kalkavan’la buluşacaktım, o da hayatta kaçırmaz Paper Moon partilerini. Nasılsa ordadır diye tamam dedim.

Sonra ne oldu?
Ya işte, parti ortamı, müzik, dans, ışıklar, içki derken bizim aramızda bir yakınlaşma oldu. Partiden çıkıp Bebek Çorbacısı’na gittik. Hatta Bülent Ersoy’la Oya Aydoğan da ordaydı, Bülent bumbar dolması yiyordu. Selamlaştık, biraz sohbet ettik, çorbamızı içtik. Vedalaşıp eve gittik.

Hıncal Bey ilişkinizi ne zaman duymuş?
Şimdi, divanın ağzı torba değil ki büzesin. Bülent sağ olsun, Hıncal’ı arayıp sormuş, “ayol senin kızı gördüm, hayırdır ayrıldınız mı” falan demiş. O da niye diyince gördüklerini olduğu gibi anlatmış. Sanırım Hıncal bana o günden beri takmış durumda ama çok da önemsemiyorum. Sonuçta yaşlı adam, bir sürü hastalıkla uğraşıyor, cevap verip kalbini kırmak istemem.

Peki, Ece Hanım’la ilişkiniz ne durumda?
Ya, Ece’yle yaklaşık 15 gün çıktık. Sonra yürütemedik, ayrıldık. Sen sormadan söyleyeyim ayrılmayı ben istedim.

Neden ayrıldınız? Yürümeyen neydi?
Abi, çok yavaştı, bir de çok çabuk yoruluyordu. Boyu da uzun olunca haliyle... Ben kısa kadın severim, atıp tutması, çevirmesi falan kolay oluyor. Daha hareketli oluyorlar bir de. Uzun kadın böyle afedersin mal gibi yatıyor. Çevirsen dönmüyor, kolu bacağı kafana çarpıyor. Yani ekranda, sokakta falan iyi de başka türlü verimli değil. Ha ben de olsam 2 metre, 150 kiloluk bir adam tamam. Yani tamamen kızın hatası demiyorum. Ama olmadı, bir şekilde yürütmedik ve ayrıldık.


"Beni çeken delice cesaretleriydi"


Biraz da yeni görevinizden bahsedelim. Çok fazla teklif aldığınızı biliyoruz. Hatta timesonline, rackjite.com, amazon gibi dünya siteleriyle de adınız anıldı. Neden malaanlatırgibianlat’ı seçtiniz?
Güzelim ben profesyonelim ve kimse kusuruma bakmasın, bu konuda alçak gönüllü de olamayacağım ama âlemin en iyisiyim. Sonuçta yılların birikimi var. Sadece deneyimimin zekatını versem Kaspersky, Norton falan ihya olur. Çok uzun süre bir işi yapıp, zirveyi tadınca haliyle paraya da doyuyorsun. Yani benim paraya ihtiyacım yok. Artık zevk için çalışıyorum, iş seçiyorum ve beğenmediğim işi yapmıyorum. Yani alanında bir numara olursan çalışmama gibi bir şansın var. Ben biraz bunun keyfini sürüyorum. Ha, niye illa malaanlatırgibianlat dersen de, çocukların cesareti hoşuma gitti. Sonuçta hepsi genç çocuklar. En büyüklerinin zekâ yaşı 6,5 falanmış yanlış bilmiyorsam. Ve bu kadar genç olmalarına rağmen, benim gibi bir ismin onlarla görüşebileceğine inanmışlar, buna cesaret etmişler. Yani sen de bilirsin az çok. Sen şimdi yerel bir gazete olmadı fanzin çıkarıyorsun. Ertuğrul Özkök’ü de burada yazmaya ikna etmeye uğraşmazsın. Niye? Abi gelmez ki dersin, daha işe başlamadan, kendi yaptığın işin kalitesini kendi gözünde baltalamış olursun. Ama bu çocuklar bu şekilde düşünmediler. Sonuçta yaptıkları işe o kadar inanmışlar ki, benim onları reddetmeyeceğimi, reddetsem bile bunu, siteyi beğenmediğim için değil, zamanım olmadığı için yapacağıma emin olmuşlar. Ve yanılmadılar da. Siteye öyle ahım şahım bayılmadım, sonuçta bu çok büyük bir sektör ve çok fazla aktör var. Bu işe başlamakta ve tutunmakta finans, önemli bir etken. Ama çocuklar oldukça sıkı başladılar ve delice bir cesaretleri vardı. Beni bu cesaret ikna etti…

Peki, malaanlatırgibianlat’a neler vaat ediyorsunuz?
Bir kere bu sayfalarda terbiyesiz okur istemiyoruz. Terbiyesizlik, hayvanlık yapılacaksa onu biz yaparız. Temel ilkemiz bu. Ama hayvanlık istemiyoruz demek mal istemiyoruz demek değil. Burası önemli, lütfen yanlış anlaşılmasın. Biz malları aramızda görmek istiyoruz. Zaten sitenin adı malaanlatırgibianlat. Benim görevim, sitede gezinen ve terbiyesizlik yapmaya meyyal okuru alaşağı etmek. Ama sözle, ama hareketle ama tacizle fark etmez. Bunu yaparken de kendi ekibimden yardım alacağım.

Bu tür bir uzaklaştırma tavrı okuru soğutmasın?
Soğutsun efendim, gerekiyorsa soğutsun. Okur da biraz insan olsun, kalıbının adamı olsun. Hayvanlığın lüzumu yok, okur fetişisti olmanın âlemi yok. Şimdi çocuklar yazacak efendi efendi, ya da saçmalayacak dökecek. Hayvanın biri gelip sıçıp sıvayacak, moralleri bozacak. Yok öyle. Bu çocuklar sahipsiz değil, ben bu çocukları ezdirmem. Varsa götü yiyen, gelsin benimle konuşsun. Çocuklara dokunana çok fena dokunurum, onu da buradan bildireyim.

Kime bildiriyorsunuz?
Ha belli bir adres yok. Ben genel anlamda söyledim. Malum bazılarının köşeleri olabilir, oradan plaka verir gibi site adı verip, sırf beni üzmek için çocukları rencide etmeye kalkabilirler. Maksat bunları engellemek, üzüm yemek… Yoksa bizim bağcıyla bir sorunumuz yok.

Sözleşme süreniz ne kadar?
Şimdilik bir yıl opsiyonlu üç yıl. İlk iki yılın sonunda genel durumu değerlendireceğiz. Karşılıklı memnuniyet düzeyimizi ölçeceğiz ona göre birlikte devam edip etmeyeceğimize karar vereceğiz. Ama ben şu ana kadar çok güzel bir sinerji yakaladığımızı düşünüyorum.

Transfer ücretinizi sorsak...
Bak canım sen gençsin, bilmemek ayıp değil. Kadına yaş, profesyonel maaş sorulmaz. Hadi bakalım...

senin ağzını burnunu kırarım! senin değil lan! senin de değil okur!


İngiltere’de Lancashire'a bağlı Pressall beldesi eski belediye başkanı 58 yaşındaki Ian Stafford, kadın komşusunun evine gizlice girerek iç çamaşırlarını çalmakla suçlanmış. Üstelik deyyusun tek haltı bu da değilmiş. Zaten tipe bakınca herifin ne mal olduğu anlaşılıyor. Ya tavuk çalar, ya kadın donu olmadı, evlerden kesmeşeker kolonya aşırır bu.. Gözlere bak hele!

Bu iblis, bu mendebur, bu ne idüğü belirsiz sinsin suratlı makak maymunu "kadın iç çamaşırı çalmak başta olmak üzere" 3 ayrı hırsızlık suçundan gözaltına alınmış. İmdi, hırsızlıklarının en fenası kadın donu çalmaksa bunlardan bir top 3 yaparsak ne olur? Ne bilim n'olur lan! Bana ne?

Hayır, o değil her seferinde atlamayayım, yargılamayayım, iki dakka delikanlı olup halden anlayayım diyorum ama bu nasıl bir haber devamı lan? Bak şimdi geliyor...

"İç çamaşırlarının sürekli kaybolmasından rahatsız olan Ian Stafford'ın bayan komşusu, önce yatak odasına gizli kamera yerleştirdi ardından da polise ihbarda bulundu. İhbarı değerlendiren polis, yaptığı araştırma sonunda genç kadının iç çamaşırlarını eski belediye başkanı Stafford’ın çaldığını tespit etti. Falan oldu fişmekan oldu, yan yattı çamura battı..."

Arkadaşım, dha muhabiri, güzel kardeşim! Sen bu haberi bizzat yazıp gönderdiysen de ajanstan alıp çevirdiysen de orta yerinden çatla e mi! Ulan donu sürekli kaybolan biri ola ola rahatsız mı olur?

"Yav kıçımdan çıkarıp, yıkıyorum. Makineden bizzat kendim alıp asıyorum. E, ipten toplayıp ütüleyip don çekmecesine yerleştirdiğime göre, ipten çalınıyor olamazlar. Ev halkını dayaktan kırdım geçirdim, millet yemin billah ediyor biz almadık diye. İsmail'in götünü açtım baktım, yok. O da çalıp giymemiş. Ulan kendi elimle çekmeceye koyduğum don nereye gider? Lan sakın eve erotik hırsız dadanmış olmasın? Lan dildomu almasınlar? Vay babayın ağzına!" demez mi? Tırsmaz mı haaa? Tırsmaz mı? Sadece rahatsız mı olur? "Amaan don işte, ayol, çalıyorlar anam ne yapayım mı?" der? Ha, sığır ha? Öyle mi der?

Hadi onu geçtim. Bayan nedir ha? Bayan nedir seni Allah kahretmesin. Ellerin, parmakların mıncık mıncık kırılsın e mi? Öküz seni öküz! Defol! Bırak muhabirliği! Derhal minibüs hattı al, başla Ulus - Abidinpaşa arası çalışmaya. Rezil seni! Bayanmış. Mankafa!

Not: Adamın adı yanlış yazılmış. Bilbo Baggins olcakmış. Mordor'dan arayıp düzelttiler.

Lan

*Derdimi anlatacak kadar İngilizce biliyorum, diyen insanlara nasıl imrenirim bilemezsiniz. Ne dertsiz adamlar varmış. 20 yıldır Türkçe konuşurum, ben derdimi Türkçe bile anlatamıyorum.

*İnsanı hayvandan ayıran şey sanattır. Yazın, çizin, çalın, söyleyin, akte edin, heykel yapın, ayakkabı tamir edin, masa ayağı çakın, ampul değiştirin, olmadı fotoğraf çekin bari. Hayvanlığın alemi yok. Düşünmek? O insanı odundan ayırır. İnsanı insandan ayırma özelliği de var. Koyun kurt ile gezerdi fikir başka başk'olmasa. Ah olmasa! Yar ey yar ey olmasa!

dedi


Bu bir klasik.

"Ulysses" okuyan Marilyn Monroe. Üstelik sağ ayağının son iki, belki de üç parmağı da dikkatlice gizlenmiş. 31? Alakası yok.

Bir profesyonel: Sabri İntertoto


İnternet denen ortamın gittikçe yozlaşması ve sörf güvenliğinin zayıflaması üzerine blogumuza bir güvenlik görevlisi almaya karar verdim. Bundan sonra güvenliğimizden bir profesyonel sorumlu.

-Evet sayın İntertoto, sizin yorumunuz nedir?
-Ana kucağı gibiyimdir.

İstekler

İzleyecilerimizden yoğun yoğun istekler gelmektedir; "Kenan Komutanı" ve "Türkstar, benim adım Fatihe"yi aramızda görmek istiyorlar.
Çok yakında dehşetli ve belki de özgün videolarıyla "Ursus Domesticus" ve "Koalos Ankaraeos" da burada olacaklar.

Yes Mi? Evet!

Görmeden ölünmeyecek 100 şey varsa bu onlardan biridir kesin herhalde sanırsam galiba...

Efendime sokiyim böyle garip bişe

Hayri sen kocaman bir çılgınsın. Bu arada 00: 52'de çıkan abla beni benden aldı.

Uçak Veriyoruz!

Sezyum.com'u takip ettiğim için bazen pişman oluyorum!

nadiyuvöeeeee!

Elimin altında dursun

Şuraya koyim de canım çektikçe izlerim.

Sensitiv!

Biri bana şunu mala anlatır gibi anlatsın.

Süper damar buldum. Posta Şiirleri!

SMS lan bu!

Bi posta versene!

"dolce gabbana ve mamak" adlı yeni yazımı aktardığımda anlayacaksınız. şimdi zorlamayın.

Home made sexyy

bkz: kendi imkanlarımızla

Öss'ye Zıkkımla Hazırlandım!

Ardahan Üniversitesi Rektörü Ramazan Korkmaz, kentin ÖSS'de son üç il arasında yer almasına çok kızdı. Ardahanlıların siyah kurdele takıp yas tutması gerektiğini belirten Korkmaz, şöyle konuştu: “Beni kuzu yemeye çağırdılar. Dedim ki zıkkım yiyin.”

Siyah kurdela takılmasının da faydalı olacağını belirtmiş.

Eğitim sistemimizin eksiklikleri hakkında rektör ağızlardan gelen bu açıklama, yaralı parmağa sidik etkisi yapmayacak gibi görünüyor.

Ekonomik krize de çözüm bul be dayı.

aşkım dağlarda gezer, meralarda otlar!


"At, avrat, braveheart" düsturu sanır mısınız ki bu memleketin sadece irrkeklerine özgüdür. Değildir cigertolar değildir, bu memlekette çükü olan her şey vahşidir, mendeburdur!

Misal mi? Buyrun buradan yakın, noktasına firkülüne tohanmadan radikal'den şopyaladım size:

"Gümüşhane'nin Torul İlçesi'nde bir ahırda iki boğanın kapışması sonucu ahır yıkıldı, 2 boğa ve 1 inek telef oldu. İneğin karnındaki buzağı ise veteriner müdahalesi ile canlı olarak alındı.

Olay, Torul İlçesi Yalınkavak Köyü’nde Mevlüt Özdemir’e ait ahırda dün saat 10.00 sıralarında meydana geldi. İki boğa ve bir ineğin bulunduğu ahırdaki boğaların kapışması sonucu, ahırın ortasındaki ağaç direk yıkıldı. Direğin yıkılması ile ahırın tavanı içerde kapışan 2 boğa ve ineğin üzerine çöktü. 3 büyükbaş hayvan da telef olurken, gebe olan ineğin karnındaki buzağı Veteriner Hekim Semih Kovuk tarafından ameliyatla canlı olarak alındı. Buzağının sağlık durumunun iyi olduğu belirtildi..."

kapışma kelimesine özel ilgi beklerim, yanacuklarınızdan dişler, ensenize üflerim...

Eceli gelen sosyopat oda duvarına çizermiş!



Veee ÖSS birincisinin sırrı çözüldü okur...

SÖZ-1 ve Eşit Ağırlık-1 puan türlerinde birinci olan Kayserili Mustafa Öztürk meğersem başarısını notlarını duvara asarak çalışmaya borçluymuş, gadasını aldığımın okuyucuları...

Anne Firdevs Öztürk, oğlu Mustafa'nın, kurşun kalemle çalışma odasının duvarlarına ders notlarını yazdığını, böylece daha iyi tekrar yaptığını söylemiş. Baba Mehmet Öztürk de oğlunun sınava geceleri çalıştığını anlatmış. Oğluyla gurur duyduğunu söyleyen baba “Sınav boyunca sosyal ilişkileri iyi değildi. Aklında sadece sınavı kazanmak vardı. Oğlum iyi bir öğrenciydi. Lise 1'den beri ÖSS'ye hazırlanıyordu. Dereceye girdiği için çok mutluyuz” dedi.

Size söyleyecek lafım yok, okurdan bulun! tpnsktklrm!

"koyim de düzel" diyor vee...


Evren: "En çok Baykal'a bozuldum 27 Mayıs'a alkış tutmuştu"
"12 Eylül darbesinin sorumluları yargılansın" diyerek ilginç bir çıkış yapan CHP lideri Deniz Baykal'a, Kenan Evren'den sitem dolu yanıt: En çok Baykal'a bozuldum. İşine geleni görüyor. Çok duyarlıysa önce 27 Mayıs'ı sorgulasın..."

Pullar ve paletlerle hareketlendirdiği püsküllü darbesinin eleştirmenlerden olumsuz puan almasına 'bozulan' Evren'e 80'lerden bir klasikle, "Koyim de Düzel"le sesleniyor vee Petek Dinçöz'e geçiyoruz sayın seyirciler...

küfür ruhun yelpazesidir yiğidim


Efendim, yıllardır iddia ediyorum; 'bu İngilizler boş bakkal, en meşgulü taşşaklarını tartar' diye kimse inanmıyor. Al işte habere bak:

İngiltere’deki Keele Üniversitesi'nden bir grup bilimadamı, yaptıkları son deneyle küfretmenin hissedilen fiziksel acıyı azalttığını ortaya koymuş. Beyaz önlüklüler 64 kişiyi almış, ellerini buz dolu bir kaba batırmış ve acıya dayanabilmek için belden aşağı olmamak şartıyla küfretmelerini istemiş. Niye belden aşağı küfretmek yasak hamağa koyim?

Efendim bunları böyle bir daldırıp çıkarmışlar, akabinde aynı deneyi küfür etmeyi yasaklayarak şaapmışlar. Böylece, deneklerin küfretmelerine izin verildiği takdirde acıya daha uzun süre dayandıklarını ve acıyı daha az hissettiklerini belirlemişler. Sonuç da neymiş; küfür, kalp atışlarını ve agresyon seviyesini yükseltip, atalarımızdan kalan kaçma ve yırtıcılarla karşılaşıldığında geri saldırma güdülerini harekete geçirirmiş bu da insanın acıya olan hassasiyetini azaltırmış.

Bak şimdi! Sen onlara atış serbest emri versen, değil buz dolu kovaya el daldırıp beklemek, frigofrik kamyonunda, hemi de cıblah, 700 kilometre yol yapar o adamlar. Hayır, deneyin o kısmını niye yaptırmıyosun ben onu anlamadım. Ayrıca İngilizce'de belden aşağı olmayan ne kadar küfür var? "Motherfucker" yasak, "Fuck you" yasak! Bir 'shit'le, 'god damn'le 'go to hell'le nereye kadar? Ayıptır yazıktır, sen ki Darwin'in torunusun, bilime bu kadar sansür olur mu arkadaşım!

Araba veriyoruz!

Sonuna kadar izleyebilen çıkmadı.

köşebaşı fındıkçıları


asyalı kadınlar yol kenarında fındık satıyorlar. su satanını, mendil satanını, cam silenini görmüşlüğüm vardır ama fındık satanına daha önce rastlamamıştım. fındık satsınlar tabi ekmek parası ama dikkat edilmesi gereken husus kıyafetleri. satış ve pazarlamada kadın vucudunun kullanılması çok sık rastlanan bir durum. hatta kimi zaman soft porno bile görebiliyoruz. bu da pornografinin seyyar satıcılığa entegre hali.

İyi ki doğdun Tesla


Her bıyık bıraktığımda yüzüme ilk kez bakan arkadaşlarımın (özellikle fenci veya sosyalistlerin) aklına geliveren kişi Nikola Tesla'nın bugün doğum günü. Kendisi ölmüştür de.

Kimdir ne iş yapar deseniz bilmem.

Uzaktan kumandayı bulan adam olma ihtimalin var, Tesla.
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni!

Bir de red alert de tesla reaktör vardı. Çok mühim bir distrakşındı.

Apdeytlere Maşallah

Romen tenisinin yükselen ismi 17 yaşındaki Simona Halep, oyununu yavaşlattığı için göğüslerini küçültme kararı almış. Bana bu haberi okutan "upuzun hint fakirini"ni şiddetle kınıyorum.

Rakı Adabı aka Manyak mısınız lan!


rakı öyle her yolla içilebilecek bir içki değildir. herkes rakı içemez. bugün rakı içiyorum diyenlerin neredeyse hepsi bilinçsiz; rakı içtiğini sanan gerizekalılardan ibaret. öyle rakı mı içilir lan göt! evet sana diyorum, gel de anlatayım nasıl rakı içileceğini.

en birinci kural:
- rakı pipetle içilir. ama bu öyle her pipetle içilir anlamına gelmez. boynu bükülebilen dimes meyve suyu tarzı pipetle içeceksin. bu rakıya karşı saygının; boynu büküklüğün ifadesidir.

iki:
- rakı içerken bir göz kapatılır. çünkü anadolu mitolojisinde insanın iki gözlü olmasının sebebi hem maneviyatı hem maddiyatı görebilmesi içindir. rakı masasında da maddiyatın hesabı olmayacağı için kişinin maddiyatı gören sağ gözünü sol eliyle kapatması gerekir. ama bu kural zamanla evrilerek eli kafanın üstüne koymak şeklinde değiştirilmiştir. hala bazı gerzek kendini bilmez rakı içtiğini sanan godoşlar rakıyı böyle içerler.

üçüncü kural mezelerle ilgili:
- rakının yanında en kakaolusundan ekler de meze olarak yenir ama ekler dediysem her ekler de yenmez üzerine bol krem şanti sıkılmış muzlu ekler olması gerekir. çünkü yine anadolu mitolojisinde muz erkekliğin, hamur hayatın simgesidir. hayatın duvarları arasında sıkışan erkeğin krem şanti(rakıyı temsil eden beyaz renk kaynağı) ile tatlanması ve hayatın yenilir yutulur hale gelmesini temsil eder, ekler. alman pastası ise yuvarlaklığı itibariyle godoştur; değil rakının malibunun yanında bile tüketilmesi edepsizlik ve hatta orospu çocukluğudur. peki rakı içen kadınlar ne yapmalı? onlar da muzun yerine ege mitolojisinde kadını temsil eden şeftali ile tatlandırılmış ekler yemelidir. şeftalinin tüylü olması yalnız kadının simgesidir bu arada. eğer biriyle birlikte olan kadın tüylü şeftalili ekleri rakıya meze edip yiyorsa af edersiniz o karı sevgilisine vermiyor demektir.

- rakıya su katılmaz. çünkü rakı aslan sütüdür. süte su katmak sahtekarlıktır rakı masasında da sahtekarlığın yeri yoktur. bu yüzden rakıya duble başına bir tatlı kaşığı yoğurt konup oda sıcaklığında yarım gün bekletmek gerekir. mayalanan rakı üç kaşığı geçmeyecek ölçüde şekerle tatlandırılıp başta da söylediğim gibi pipetle içilebilir. boğma rakı içinse mayalanmış halin bez bir torbada süzülmesi gerekir. bunları yapmadan rakı içen rakı adabından nasibini almamış cahillerdir.

rakıyı ne zaman içmeli?
- rakı içmek için en güzel mevsim kıştır. çünkü rakıyla artislik yapılmaz yaz günü o sahte sofralarıyla balkonlara sahillere çökenleri görmüşsünüzdür. rakı evin girişinde ve masadakilerden bile saklaya saklaya içilir. hadi burada size bir tüyo vereyim gözünüzü kapatmak için kullandığınız sol elinizin arkasından uzunca ama bonu bükük bir pipet uzatarak rakıyı içerseniz kimse sizin rakı içtğinizin farkına varmayacaktır.

- en iyi rakı içicisi rakı tenceresinin altında ehlikeyf adı verilen elektirikli ısıtıcıyı eksik etmeyendir. çünkü rakı kaynamaya yakın bir sıcaklıkta içilir. kaynamış rakı kesilip ekşiyecektir. kaynamış rakıyı içmeyin. amınakoyim.

rakı muhabbeti nasıl olmalıdır?
- hassiktir oradan! muhabbet ederken rakı içilmez. rakı içerken muhabbet edilmez. keza rakı içerken sadece rakı içmek o olaya konsantre olmak gereklidir. muhabbet esnasında dalıp elinizi gözünüzden çektiniz diyelim nolacak ya da pipetiniz göründü. amınakoydunuz işte ortamın.

"eriliiiim. erilllll. errrr. rakı erildir. çükle içilirrrr. içine kıl doğranırrrrr. taşak bandırılırrrrr." amınakoyim.