"Dünyanın tuzu sizlersiniz;
fakat tuz tatsız olmuşsa, o ne ile tuzlanır?"
Matta 5. Bap
fakat tuz tatsız olmuşsa, o ne ile tuzlanır?"
Matta 5. Bap
Aslı, pencereye yaklaştı. Dışarı baktı. Gri bir akşam vardı. Baba evinin dar mutfağında dikiliyordu. Annesi Perihan Hanım, ocağın başında; bir tencerenin kapağını açtı. Salça ve sarmısak kokulu bir buğu, soğuk pencerelerde su oldu. Pencereler... Pencere... Pencere...
Satırlarca, sayfalarca pencere yazmak istiyorum. Çeşit çeşit pencereler... Eğik harflerle, büyük harflerle, küçük harflerle; olmadı başka dillerle bir sürü pencere yazsam sanki biraz hava alacağım. Ne kadar çok pencere yazsam o kadar çok esecek kafamın içi. Birkaç yıl önce, serin bir akşam, kampüste, açık havada bir film izlemiştim. Filmde sihirli bir tebeşire sahip küçük bir kız vardı. Kız, duvara kapı çiziyordu, çizdiği kapı gerçek oluyordu. Kız, o kapılarla, kötü yaratıklardan kaçıyordu ya da bilinmedik dünyalara geçiyordu. Ah, şu mürekkebin kağıttaki izi genişliğinde çatlasa defter, çatlaklardan yüzüme rüzgar vursa. Böyle umarım ya, kız filmin sonunda ölüyordu. Ben nasıl kurtulurum. Pencere... Pencere... Yazmazsam öykü devam edemeyecek. Aslı, dar mutfakta dikilip kalacak. Yemekler pişmeyecek. Aslı ölmeyecek. Pencere... Pencere...
Perihan Hanım, bir kapağı daha kaldırdı. Bu kez tatsız tuzsuz bir tavuk çorbası buharı, mutfağa boşaldı. İşte Aslı'nın payı budur. Çocukluğundan beri, muhabbetin içkisizi, yemeğin salçasızı, mercimek köftesinin turşusuzu onun payıdır.
Yeni yeni yürümeye başladığı sıralarda ağabeyi intihar etmiş. Nedendir bilinmez, giderken yanına Aslı'yı da almak istemiş. İçtiği haplardan ona da içirmiş. Babaları Fahri Bey, unuttuğu bisiklet anahtarını almak için eve erken döndüğünde ağabeyi ile Aslı, halının üzerinde kıvranıyorlarmış. Buradan sonrası biraz karışık. Perihan Hanım'la Fahri Bey burdan sonrası üzerine hep tartışırlardı. Perihan Hanım, için için Fahri Bey'in oğullarını ölüme bıraktığını düşünür, ince ince bunu ima ederdi. Fahri Bey, oğlunu pek sevmezmiş. Ha unuttum, merhum, intihar ettiğinde on altı yaşındaydı. Neticede ağabeyi o gün ölmüş, Aslı kurtulmuş. Babası, "iki tane kolum var, ufaktır, daha zayıftır diye Aslı'yı kucağıma aldım, komşulara bağırdım, hastaneye koştum..." diye uzun uzun anlatır, kendini savunurdu. Perihan Hanım, avunmazdı. Öyle ki haybeye ölecek olan Aslı olduğu halde, bazen, ağabeyi kendisi yüzünden ölmüş gibi suçluluk duyardı.
Salçasız, tuzsuz, içkisiz, turşusuz ve mümkün olduğunca heyecansız bir hayata mahkum oluşu, ağabeyinin içirdiği hapların ve ölümden döndürülüşünün bebek midesini haşat etmesinden ötürü.
Ağabeyi öleli on altı yıl oldu.
İki akşam önce Aslı, dayanamadı, rakı içti. Biri de bir, bini de bir, dedi. İçti. İçti. Kustu.
Arkadaşları, ailesinden tembihli oldukları için içki içmesine izin vermiyorlardı. Sahile çıktı, hiç tanımadığı bir gruba yaklaştı, müsaade istedi yanlarına oturdu. Tanıştı. Onlara, o günün doğum günü olduğunu, ama arkadaşlarının hepsinin tatilde olduğunu ve bu durumun kendisini çok üzdüğünü anlattı. Öyle içten anlattı ki gençler, ona hep beraber bir yere gidip doğum gününü kutlamayı, teklif etmek zorunda kaldılar. Bir şartla kabul etti. İçkileri o ısmarlayacaktı.
İçti, kustu, evine bırakıldı. Evdekiler uyumuştu. Zar zor yatağına gitti. Midesine sancılar, rüyasına ağabeyi girdi. Otuzlu yaşlarının başındaydı. Yakışıklı bir adam olmuştu. Annesinin burnunu, babasının dudaklarını almış. Muhabbet ettiler. Aslı, huyunun aksine, hiç ters konuşmadı. Bir keresinde okulda bir arkadaşına, bir çocuk musallat olmuştu. Kızın ağabeyi, okula gelmiş, çocuğu sıkıştırmış, "bir daha bu kızın üzerine gölgen düşerse seni çöp kutusuna atar yakarım" demiş, çocuk ciddiye almayınca da bir hafta sonra dediğini yapmıştı. Aslı'nın ağabeyi Aslı'yı öldüreyazmış. Olsun, dedi; hiç sitem etmedi. Okuldan, derslerden, kitaplardan, şarkılardan bahsettiler. Ağabey kardeş gibi... Ağabeyi bir ara aynaya baktı. "Yaşasam amma yakışıklı olacakmışım ha kız?" diye sordu. Aslı güldü. Sabaha karşı midesinde sancılarla uyandı. Birinin, elini karnına sokup midesini çekiştirdiğini hissediyordu. Fahri Bey, Aslı'yı derhal hastaneye götürdü. Ağrı kesiciler vuruldu. Tahliller yapıldı... Perihan Hanım'ın, yemekleri tabaklara dağıtırken söyleyecekleri bu tahliller üzerinedir:
- Miden çok fenaymış kızım. Kanın zehirleniyormuş. Hastaneye yatmazsan iki günden fazla yaşamazmışsın.
- Yatarsam?
- Bir ay, belki.
- Yatmazsam yarın akşam ölürüm yani?
- Kızım... Güveç koyayım mı sana?
- Tavuk istiyorum.
- Hastaneye yat kızım.
Yatmadı. Ertesi günün ikindi vakti, şehrin ortasında bir parka oturdu. Gelip geçenleri izledi. Sonra köyden arkadaşı Mehmet geldi. Mehmet'e, kendisini nasıl bulduğunu sormadı. Mehmet, Aslı'nın ilk arkadaşıdır. Çok eski arkadaşı... "Kokumu takip etmiştir" diye düşündü. Mehmet, Aslı'nın yanına oturdu, ağladı. Aslı şakalar yaptı. Dalga geçti. "Yaşıyor muyuz sanki be Mehmetçik!" dedi. Oturdular, gelip geçen hastalıksız insanları seyrettiler. Ne sıkıcıydı. Yahu, dedi Aslı, sahile çıkalım; ama bana yardım et, midem fena. Mehmet, Aslı'yı koltuğunun altına sıkıştırdı. Sahile çıktılar. Mehmet, oturalım mı, dedi. Yorulduysan oturalım, dedi Aslı. Mehmet, yok, dedi, sen yorulmuşsundur diye söyledim yoksa ben seni ölene kadar taşırım. Sen de pek tebelmişsin, dedi Aslı. Mehmet, bu zoraki espriyi anlamadı. Anlamamasını çok beğendi Aslı. Mehmet ne güzel çocuktur. Sahil kenarında Mehmet'le kucak kucağa yürüdüler. Ölmeden bunu yapabildi.
Belediye çay bahçesinin arkasında bir kulübe vardır. Kapısında "İskenderun Engelliler Spor Kulübü" yazar. Kahramanlarımız, bu kulübenin önünden geçiyorlardı ki içerden bir adamın "kimse yok mu, bir yardım edin, kimse duymuyor mu" diye bağırdığını işittiler. Ses, kulübenin, harita metod defteri büyüklüğündeki penceresinden geliyordu. Kapı açıktı. İçeri girdiler. İçeride tekerlekli sandalyede oturan bir adam vardı. Başka da kimse yoktu. Adamın elleri ve ayakları yoktu. Vücudu bileklerinde sona eriyordu. Pardon, dedi, şu çubuk krakeri açamıyorum. Açıp önüme koyar mısınız? Mehmet, paketi açıp adamın önündeki masaya koydu. Adam, kafasıyla onlara bir ikram hareketi yaptı. Ellerinin varlığından mahcubiyet duymuş olacaklar ki kafalarıyla reddettiler. Adam zar zor masanın üzerine eğildi. Dilini paketin içine soktu. Krakerlerden birini çekti. Dudaklarının arasına sıkıştırdı. Sigara gibi ha, dedi. Güldü. Krakeri, ağzının içine dudakları ile itti. Mehmet kraker paketini aldı. Hiçbir şey demeden adama yedirmeye başladı. Adam itiraz etmedi. Bir yandan yedi bir yandan anlattı:
"Kılığıma kıyafetime bakan, haliyle, itibar etmez. Ama benim bu halim yenidir. Bu sene Hacettepe Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun oldum. İngilizce İktisat... İyi de bir dereceyle... İşte bu dereceye güvenerek Boğaziçi Üniversitesi'ne yüksek lisans başvurusu yapmaya karar verdim. İstanbul'a giderken bir kaza geçirdik. Beni Ankara'da hastaneye yatırdılar. Ellerim ayaklarım orada gitti. Sonra arkadaşlarım gittiler. Sevgilim... Elsiz ayaksız hastanede yatarken bir mesajla ayrıldı benden. Mesajı bana okuyan arkadaşım da iki gün sonra gitti. Sonra ailem beni memlekete getirdi. Yemek yiyemiyorum, tuvalete gidemiyorum... Bir ay dayandılar bokuma, sidiğime, bıktılar. Bıkacaklarını biliyordum. Daha doğduğum gün biliyordum bıkacaklarını. Ama keşke biraz daha bekleselerdi. Çünkü ellerim ayaklarım çıkacak. İnanıyorum. İçerde bir şeyler oluyor, hissediyorum. Çıkacaklar." Bunları arada bir Aslı'ya da bakarak aslında Mehmet'e anlattı. Mehmet, adın ne, diye sordu. Asım, dedi. Eee sonra Asım, dedi Mehmet. Asım devam etti: "Babam, sana iş buldum, dedi. Beni bu tekerlekli sandalyeye koydu. Buraya getirdi. Burada kalacak, burayı çekip çevirecekmişim. Baba, dedim, elim yok, ayağım yok, nasıl ederim? Yeter, dedi babam, bahane istemez. İşte böyle buraya bıraktı. Geçen gün, ağabeyimle yengem geldi. Çocukları olmuş. Bana bir kutu yemesi kolay malzeme bıraktılar, işte şurada. Onlardan yiyorum. Onu da sesimi duyanların yardımıyla... Kapıda yazana da bakmayın. Burada ne spor var ne de benden başka adam. Böyle spor kulübü mü olur? Şu kulübenin durumuna bak a'bi, Van Gogh resminde gibiyim."
Aslı'nın mide ağrısı dayanılmaz olmuştu.
- Ben biraz hava almaya çıkacağım, Mehmet, dedi.
- Dur yardım edeyim, kalkma dur.
- Kalkarım ben, iyiyim, dedi, sen Asım'a yardım et.
Aslı, Asım'ın her kraker paketi açana -yani belki de her gün- hikayesini anlatmak zorunda olduğunu fark etti. İktisat Fakültesini, iyi bir dereceyle, insan, itibar için bitirirdi ve Asım'ın kılığına bakan ona hakikaten itibar etmezdi. Asım da bunu bilirdi. İtibara şayan olduğunu kendisini gören herkese anlatırdı. Van Gogh benzetmesini herkese söylerdi.
On adım yürüdü yürümedi, dizlerinin bağı çözüldü. Yere düştü. Asım demeseydi unutacaktı. Öyle ya, bir aydır aramıyor olsa da, onun da bir sevgilisi vardı. Onunla konuşmak istedi. Bunca zaman sonra arayıp, ben ölüyorum, demekte bir anlam bulamadı, vazgeçti. Karnı patlayacak gibiydi. Acı dayanılmaz olmuştu. Kafasını taşlara vuruyordu. Ölüyordu. Taşları daha az hissetmeye başladı. Geri kalanları bir yana Aslı hep dokunma duyusunu sevmiştir. Hem de aklını kaçıracak kadar... İnsanların dokunmasını değil sadece, denize girdiğinde suyun göbeğine dokunmasını sevdi mesela. Arabanın penceresinden uzattığı koluna rüzgarın dokunmasını sevdi. Öyle ki çok uzun yolculuklar, sırf bu zevkle, kısalırdı. Çıplak ayakla tahta evlerde yürüdü. Misafirdi bu evlerde, ev sahipleri keyfine anlam veremediler. Aslı, hayatı bütün biçimleriyle yaşamak istiyordu. Bir gün balık olarak, diğer gün ağaç, kedi, kuş, solucan... Bunu, olacak bir şeymiş gibi istiyordu hem de. Şöyle anlatayım: Fahri Bey, her hafta sayısal loto oynar. Üç tutturduğu bile çok nadirdir. Perihan Hanım, olan üç kuruş parasını da gidip lotoda batırmasına kızar. Fahri Bey onu duymaz bile, her Pazar günü yıkılmış olur. Karısı üç kuruş paraya üzülür, o, her seferinde milyonlarını kaybetmiş gibi yıkılır. Aslı'nınki de aynı hesap... İskeleden denize atlarken havada dilerdi, denize girer girmez bir orkinosa dönüşmeyi. Orkinos olarak dünyayı hissetmek, bir orkinos olarak dokunulmak isterdi. Allahım, derdi, kim bilir nasıl bir şeydir. Suların kuyruğuna, yüzgeçlerine dokunmasını düşlerdi. Bu ne bilinmez bir histi. O bunu nasıl özlerdi. Bazen bahçede uyurdu: Ah bir fidan olarak uyanır mıyım, diyip. Rüzgar yapraklarını titrettiğinde acaba o bunu nasıl hissederdi? Hele şu kim bilir ne güzel bir histir: kedi olup halılara taksa tırnaklarını... Düşünürdü: Kediler okşanınca hırlıyorlar, biz hırlamıyoruz. Demek ki, derdi, kediler başka bir haz alıyorlar bundan. Birkaç gün de kedi olmalı. Of hele uçmak ne güzel şeydir.
Asım, Mehmet'in de yardımıyla, tavandaki avize kancasına bir ip bağladı. İpin ucunu düğüm edip boynuna geçirdi. Mehmet'ten dışarı çıkmasını istedi. Çıkınca da kendini tekerlekli sandalyesinden attı. Mehmet'e, bunu, ellerini ve ayaklarını çıkmaya zorlamak için yapacağını söylemiş, Mehmet anlamamış ama kabul etmişti. Asım, bir süre havada elsiz ve ayaksız çırpındı. Tavandaki kanca yerinden çıkınca yere düştü. Bu arada Mehmet, bilincini çoktan yitirmişken, Aslı'nın ölüşünü izliyordu. Düğüm sıkışmış, Asım'ın boynuna oturmuştu. Elleri olsaydı ah, çıkıverseydi elleri. Van Gogh kulübesinde adam, hırıltılar çıkararak, patırdaya patırdaya can verdi. Aslı, son nefesinde bir kez "Anne" diyebildi.
2 kaşıntı:
Lan bi tepki verin!
Şurası olmuş burası olmamış deyin. Kendime mi yazıyom ben bunları!
bazılarımıza bir numara büyük yazdıkların,bazılarımıza bazı yazdıkların tokat gibi gerçeklerin içine yuvarladığın ,kaçmak istediğimiz gerçekliği... teşekkürler tokat için. kendime geldim.
Yorum Gönder