Eski Öyküler 4 - Park Düşünceleri

PARK DÜŞÜNCELERİ

Topraklık Parkı’nda bankın birine uzandım. Vakit, gece yarısını yeni yeni geçiyor. Düşünüyorum: Öpüşmek, ama şöyle ıslak ıslak, uzun uzun öpüşmek, kokoreç yemek gibi bir şey. Her zaman sevmiyorum. Hiç kokoreç yememiş biri olmak güzel değildir elbette. Sarhoş bir arkadaşı, sen boşuna yaşamışsın lan onca sene, diyebilir insana. Haklıdır da.

Ben böyle yüzeysel fikirlerle oyalanırken karşı sokağın ucundan küçük bir karartı belirdi. Beş altı yaşlarında bir çocuk geçiyordu kaldırımdan. Çocuk, yumruklarını şakaklarına vura vura ağlıyordu. Sessiz sessiz ağlarken balyoz gibi indiriyordu küçük yumruklarını koca kafasına. Fırladım banktan, ne oldu bebe, dedim, niye ağlıyorsun? Duymadı bile, peşinden sürükledi beni. Bir aşağı bir yukarı, karşıya, sağa sola… Sanki aynı yöne atacağı adımları sayılı kurmalı bir oyuncak gibi… Koca kafasını dövüp duran kollarını yakaladım. Ne oldu yavrum sana, bu vakitte ne işin var dışarıda, bu ne hal, dedim. Açsan doyurayım, paran yoksa harçlık vereyim, evini mi kaybettin gel bulalım, dedim. Bul abi, dedi. Gel buldurayım, dedi. Kurtardı kollarını, koşmaya başladı.

- Nereye oğlum?
- Gel, dedi, gel!

Düştüm peşine. Arsalardan, arazilerden, şehirlerin arasındaki o anlamsız boşluklardan geçtik. İçki şişeleriyle dolu Müslüman mezarlıklarından… Bir kilisenin ortasına cüzam yarası kabukları yığmışlardı, üzerine bekaret kanlarını akıtıyorlardı evde kalmış kızların, oradan geçtik. Kerhanelerden geçtik. Eşeyi yokmuş adamın, sevgilisinin belini kırmış ilk sevişmelerinde. “Ancak böyle verebilirdim onu tatmin edecek acıyı” dedi. Nerede duyduysak bu sözü, işte oradan geçtik. Dur, diye bağırdım arkasından. Kafasını yumruklaya yumruklaya, ağlaya ağlaya koşmaya devam etti. Arkasından esmer kafasına baktım. Kesin Kürt bu, dedim. Ancak bir Kürt, bu kadar tuhaf ve bu kadar gerçek olabilir.

Yoruldum. Önce o durdu. Durduğumuz yer bir kapının önüydü. Yeşil, ağır sacdan, dar bir kapı. Çocuk, kapıyı zorlanmadan açtı. Gel abi, dedi, burada. İçeri girdim. Girdiğim yer bir yol üstü dinlenme tesisinin, üç otobüs dolusu yolcuyu aynı anda rahatlatabilecek büyüklükteki tuvaletiydi. Tuvalet kabinlerinin kapıları camdandı. İçlerinde çocuk cesetleri vardı. Çocukların üzerlerindeki lise üniformaları, umumi tuvalet rutubetiyle ıslanmış, sırılsıklam olmuş, tenlerine yapışmıştı. Kafaları makineyle tıraş edilmişti çocukların. Sarı, kara, kıvırcık, dümdüz saçları, beyaz gömleklerine dökülmüştü. Ya ölmeden biraz önce ya da öldükten biraz sonra kesmişler saçlarını, diye düşündüm. Yok, ölmeden sonra kesmişler, dedim sonra, çünkü saçlar hiç sağa sola dağılmamıştı. Belki de çaktırmadan öldürmüşlerdi çocukları. O zaman saçlarını sonradan kesmiş de olabilirlerdi. Kafam karıncalandı. İçime bir telaş düştü. Koca kafalı,

- Hatırlıyor musun abi burayı, dedi.
- Hatırlıyorum. Ben burayı daha önce görmüştüm. Ben burayı daha önce görmüştüm. Aman ya rabbim! Ben burayı daha önce ne zaman görmüştüm. Koca kafa, sen kaç buradan, kaç oğlum. Ben onları oyalarım. Ben onları eğlendiririm. Hem ben ölüleri öyle eğlendiririm ki, eline sağlık çok güzel olmuş, derler.

Birden birinin kolumu dürttüğünü fark ettim. Döndüm. Deli gibi bir adam… Üstünde kalın bir parka vardı. Bu havada bu giyilir mi, diyecek oldum. Bir şey uzattı. Bu para geçer mi abi, dedi. Para bile değildi elindeki. Yahu, dedim, tamam ulan, varsın geçsin. Geçsin de ne satıyorum ki ben, dedim. Yukarıyı gösterdi. Baktım. Üzerimizden, geyik koşulmuş arabasıyla Noel Baba geçiyordu. Gözlerimi kısıp iyice baktım. En öndeki kırmızı burunlu geyiğe ters binmiş vaziyette Nasrettin Hoca’yı gördüm. Bu şahane ikili, ho ho ho, diyerek, güle oynaya geçti üzerimizden.

Bir yerlere çorap asmalıydık. Ama önce temiz bir çorap bulmalıydım. Bir dolabım daha olsaydı keşke. Kitaplar, gömlekler, çoraplar… hepsi aynı dolapta. Saramago, ekşittikçe ekşitiyor, donuma dayadığı zaten asık yüzünü. O mu çorap bu mu kitap, derken dengesini bozdum, dolap üzerime devrildi. Ne ağırdı. Lisede edebiyat hocam, okuduğum kitaplara bakıp, bu senin için biraz ağır olmaz mı, derdi. Kitaplık üzerime devrilince anladım kadını.
Hop, abi ne yaptın, dedi, koca kafa. Kafasını dövmekten pazulanmış kollarıyla kitaplığı alıverdi üzerimden. Ayağa kalktım. Vücudumdan bir anlık bir titreme geçti.

- Ne oldu abi?
- Şeytan geçti, koca kafa.
- Kedi geçti.
- Ne kedisi?
- Bak işte abi.

Gerçekten bir kedi geçti, cesetlerin önünden.

- Bak abi, ön ayaklarından biri eksik, buranın topal kedisi işte.

Baktım. Ön ayaklarından biri eksik. Kedinin ön ayaklarından biri eksik.

Mahallemizde Ömer diye bir çocuk vardı. Öyle cengaverdi ki mahallenin çocukları ona “eşkıya” diye lakap takmışlardı. Ömer, toprak mahsulleri ofisinin ambarına gece girer toprak mahsulü çalardı. Ambarın çinkosunu, demirini, sacını çalardı.

Ben doğduğumda bizim mahallenin adı Teksas’tı. Seksen altıda doğmuşum. Seksen altıdan doksan altıya mahallemize çok fazla esmer kafalı insan göçmüş olacak ki mahallemizin adı birden “Kürdistan” oldu. Bizim mahalleye gelen dolmuşların üzerinde “Modern Evler” yazar. Mahallelere kim isim veriyor acaba? Bizimkine isim veren şakacı bir adam olmalı.

Mahallemizde mesleği hırsızlık olan insanlar vardı. Ömer de bunlardan biriydi. Hatta Ömer, bunların en önde gideniydi. En yiğidi, en cesuruydu. Ömer yapardı. Ömer giderdi. Ömer koşardı. Ömer çalardı. Ömer döverdi. Ömer halı sahada bedava maç ayarlardı. Bir gün, bu çocuklar, mahalledeki en yüksek incir ağacının, alttan üçüncü dalından, Ömer’in atlayıp atlayamayacağı üzerine iddiaya girdiler. Ömer atlardı. Ömer atladı. Sağ kolu kırıldı. Anası babası hemen sırıkçıya götürdüler. Bu ara ne oldu bilmem, karışık... İki hafta sonra Adana Balcalı Hastanesi’nde, Ömer’in kangren olmuş sağ kolunu, dirsekten itibaren kestiler. Ömer’in bir kolu eksik. Bundan bir yıl kadar sonra, Ömer’le bizim balkonda oturmuş, çivilerle, mandallarla, soğanlarla oynuyorduk. Çivinin biri kesik kolunun ucundaki garip et parçasına battı. Ömer, gayri ihtiyari, ay elim, dedi. O eli yoktu ki. Ömer’in bir eli eksik.

Bir an korkudan ölecek oldum.

- Koca kafa! koca kafa, dedim.
- Ne oldu abi, dedi.
- Hayal geliyor koca kafa! Hayal geliyor. Kimin hayali bu? Benim böyle hayalim olmaz. Şair kılıklı, çelebi kılıklı bir hayal bu, koca kafa. Kimin hayali bu? Benim böyle hayalim olmaz. Kimin hayali bu? Bu tepemdekiler kimin cinleri, koca kafa? Kaçma koca kafa, yardım et. Aman ya rabbim! Hayal geliyor. Ömer, yardım et Ömer. Konuşacak. Ağzını açıyor. Kulağımı tıkarım. Duymam. Ellerim nerede? Ellerim yok. İncir ağacından ben hiç atlamadım. Ellerim yok. Benim ellerim tamdı. Ömer’in eliydi eksik. Benim ellerim nerede? Ömer, yardım et, kulağımı tıka Ömer.
- Benim de bir elim var. Tıkasam da diğer kulağın açık kalır.
- Konuşacak Ömer. Konuşmasın. Duymayayım. Şair hayal bu, çelebi hayal. Konuşmasın. Duymayayım.

Çelebi şair hayali geldi, sırıttı, -şahane bir mısra bulduğunu sanıyor olmalı- ağzını açtı ve konuştu:

- Alışıyoruz işte, eksile eksile yaşamaya.

Gırtlağımı yırtarak verdim cevabı:

- Ha siktirin oradan şerefsizler!
- Sen kime dedin lan o lafı?

Topraklık parkında bankta uyumuşum. Polis arabası ne garip… Mavili kırmızılı ışıkları var.

- Hangi lafı abi?
- Siktir çektin ya az önce.
- Size demedim abi. Rüya falan görüyordum herhalde.
- Otel mi lan burası. Git evinde uyusana!
- Şöyle bir uzanayım dediydim. Dalmışım abi.

rütükün çükünü kaldırmayın vesselam

dediler ki, bihterlen behlül çok ateşli seviştiler ceza verilsin.

çok ateşli sevişme az ateşli sevişme olur evet. ama bunu kim belirleyecek? senin çok ateşli sevişmen beni datmin etmeyebilir. ben çok ateşli sevişirim sen hazzetmezsin, osbir çeksem daha iyiydi dersin. insan "çüküm kaktı la bu kadarı da olmaz" diye diziye ceza yazar mı. bir kere bu dizideki bu iki karakter yasak bir aşk içinde ve -senaristlerin de eyyamcılığı sebebiyle- senelerdir sevişemiyorlar. şimdi sevişince de haliyle ateşli oluyor. adamlar iyi rol yaptılar yani. iyi oynadılar. doğru oynadılar. kanteriçindeosbirci ama misyoner sevişgeni akape rütüğünün "yavaş la hayvan komodini devirecen" temelli raporlar sunmasına kıl oldum nazlı yarim.

Eski Yazılar 3 - Türkiye'de Milliyetçilik

türk milliyetçiliğinin doğuşu 19. yy.ın sonlarına doğru gerçekleştirmiştir. terminolojide pantürkizm (türkçülük) olarak adlandırılan bu akım aynı zamanda hem osmanlı'da hem rusya türklerinde ortaya çıkmıştır. ben bu yazıda, kısmet olursa, osmanlı'nın son döneminde bir sığınak hatta bir can simidi olarak geliştirilen ulusal bilincin, günümüze kadar nasıl ve neden evirildiğini ve şimdi ne olduğunu açıklamaya çalışacağım.

türkçülüğün doğuşu masum bir entelektüel çabaya dayanır. gerek osmanlı aydınları, gerek batılı aydınların, dönemin akımına uyarak türk ulusu üzerine yaptığı kültürel araştırmalar, islam'ı, türklük bilincinin dışında tutarak, türklerin islamiyet öncesi dil ve kültürünü ön plana çıkarmıştır. buradaki amaç kültür ve folklorik özellikleri ön plana çıkararak, müslümanlıkla bir olmuş osmanlı türklük anlayışından ayrı bir yapı geliştirmektir. zamanla bu durum masum bir entelektüel çaba olmaktan çıkmış osmanlı'nın dış ilişkilerinde koz olarak kullanabileceği bir koz olarak hesaplanmıştır. böylece osmanlıda ziya gökalp'ın; orta asya'da yusuf akçura'nın başını çektiği türkçü aydınlar temelde toplum kurmak/devlet kurmak ayrımına da düşse birçok ortak yönü olan iki türkçülük anlayışı geliştirmişlerdir. iki anlayışta da batıya karşı olmama, islam ile arasını iyi tutan, panslavizm'e karşı geliştirilme gibi özellikler vardır.

ittihat ve terakkicilerin yönetimde etkili olmasıyla türkçülük resmi bir ideoloji haline gelmiş, devletin politikaları bu eksende şekillenmeye başlamıştır. burada balkan savaşları ile avrupa'daki toprakların kaybedilmesi ve imparatorluğun türk nüfusunun yoğunluk kazanması da etkilidir. yine kuzey afrika'daki toprak kayıpları da burada etkili olmuştur. türkçülük hem içerde hem dışarıda kullanılabilecek bir karttı; zira hem rusya'ya karşı baskı unsuru olarak kullanılabilir hem de toprak kayıplarından dolayı içerde yaşanılan huzursuzlukları turanvari gelecekler belirterek durdurabilirdi. orta asya türkleri de belki de başka alternatifleri olmadığından osmanlı'nın bu yaklaşımına destek veriyorlardı.

elbette bu dönemde türkçülük ulus-devlet gibi bir modele hizmet için yaratılmamıştı. tam aksine türkçülük bir imparatorluğu kurtaracak bir koz olarak yaratılmış ve geliştirilmişti. osmanlı'nın hakimiyetinde olan imgesel bir turan arazisinin sadece fikri bile batı'ya karşı bir koz olarak kullanılabilirdi. keza olan bu idi. bu düşüncenin osmanlı'nın i. dünya savaşı'na girişinde de etkisi olmuştur. slav karşıtı olan pantürkizm elbette almanya'nın yanında olacaktı. hatta pantürkizmi benimsemiş aydınlar bu savaşı yeni bir başlangıç olarak görüyor bu savaşın türklerin yeniden doğuşunu sağlayacağını düşünüyorlardı. savaştan sonra türkiye cumhuriyeti adıyla bir yeniden doğuş gerçekleşti fakat bu gerçekleşen bu aydınların hayallerindeki başlangıcın yanında gerçekten pejmürde bir başlangıçtır. savaşın gidişatı türkçülük düşüncesinin pantürkizm'in ufala ufala değişmesine sebep oldu. yusuf akçura'nın avrupa'ya, rusya'daki türk ve tatarların sadece kültürel özerklik istediğini duyurması bunun en açık göstergesidir.

savaşın sona ermesine kadar yaşanan değişimler, türkçülüğün, türk milliyetçiliğine dönüşmesine zemin hazırlamıştır. yeni akım osmanlılık fikrini dışlamış anadolu temelli bir türk milliyetçiliği tasavvuru yaparak köklü değişiklikler yapılacağının sinyallerini vermiştir. artık ortada korunacak bir imparatorluk kalmayınca artık toplumu koruyacak bir millet anlayışı geliştirilebilmiştir. kurtuluş mücadelesi süresince çoğulcu bir anlayış güdülmüş savaşın sona ermesiyle, günümüzde bilenin bilemeyenin "atatürk milliyetçiliği" dediği dil merkezli asimilasyon sistemi benimsenmiştir. bu dönemden itibaren pantürkizm, turancılık gibi emperyalist anlayışlar terk edilerek teritoryal bir milliyetçilik geliştirilmiştir. burada sovyet rusya desteğini elde tutma isteği de etkilidir. sosyalizmle ilişkisinde olduğu gibi "atatürk milliyetçiliği" başlarda islam'la da arasını sıkı tutmuştur. burada faydacı bir yaklaşım vardır. mustafa kemal'in dinsel içerikli nutukları, halife sultanı kurtarma söylemi bunun örneğidir. ilk dönemde "atatürk milliyetçiliği" islam'ı dışlamaz; ondan güç almaya çalışır. bu tutum kurtuluş savaşı sona erinceye kadar sürmüştür. yine bu süreçte sosyalizm de yönetimden ülkemizde hiç görmediği kadar sevgi görmüş, komünist parti kurulmuş meclise vekil sokmuştur.

dışarıyı idare etmek için sosyalizm; içeriyi idare etmek için islam kullanılmıştır. sonra türk milliyetçiliği bu ikisine kökten düşman olacak bir halde teşekkül etmeye başlamıştır. burada batı'ya yönelme batı tipi devlet ve toplum yaratma hevesi etkilidir. zira gerek sosyalizm gerek islam, batı'yla uyuşan şeyler değillerdir. "atatürk milliyetçiliği" kemalizm'in diğer unsurlarıyla da eklemlenip '40'lı yıllara kadar güçlü bir şekilde hakimiyetini sürdürmüştür.

ii. dünya savaşı'nın sona ermesiyle anti-komünizm her ülkede olduğu gibi ülkemizde etkisini göstermiş ve ulusalcı yapı ve örgütlerin oluşup semirmesini sağlamıştır.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

"ckmp/mhp, ülkücü hareketin kişiliğinde hem evrensel bakımdan, hem de
türkiye'deki sağcı/ulusalcı akımın geçmişi bakımından "yeni", özgün olan ve
artık kitlesel nitelikli bir sağcı/ulusalcı hareketin oluşumunun önünü açmıştır.
mhp, türkeş'in önderliğinde 1960'lı yılların ortalarına kadar korporatist ve
kalkınmacı-modernist bir çizgide kemalist milliyetçiliğin restorasyon tasarımının
ağır bastığı bir söylem geliştirmiştir. çünkü bu dönemde, seçim programı, propaganda ve konuşmalarında laiklik vurgusu belirgindir 1970'lere kadar geçen süreçte
sağcı/milliyetçi bir söylemle, türkçü ve fanatik anti-komünist etkenleri öne çıkarmıştır.
1960'ların ortalarında başlayan ve 1970'li yıllardan itibaren daha somut bir şekilde
türkçülükle müslümanlık arasındaki bağlar öne çıkarılmaya başlanmıştır".
[tanıl bora, kemal can(1991),"devlet, ocak, dergah", iletişim yayınları, istanbul.]

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

atatürk'ün kurtuluş savaşı döneminde yaptığı gibi ülkücü hareket ve mhp de türk-islam sentezine kayarak, arkasındaki millet desteğini islam ile de kuvvetlendirmek istemiştir. mhp'nin bu tercihi 80 ihtilali sonrasında parti içi çekişmelere neden olmuş ve partinin bölünmesine sebep olmuştur. türklüğü ön planda tutanlar ile islam'ı ön planda tutanlar arasındaki çatışma, islam'ı ön planda tutan "mukaddesatçılar"ın muhsin yazıcıoğlu liderliğinde bbp'yi (büyük birlik partisi) kurmalarıyla sonuçlandı.

mukaddesatçıların ayrılmasıyla mhp kemalist resmi ideolojiye yaklaşma imkanı bulmuştur. aynı şekilde doğu ve güneydoğu'da başlayan pkk hareketi de resmi ideoloji yanlılarının mhp çizgisine yaklaşmasına sebep olmuştur. pkk'nın vukuatları "atatürk milliyetçiliği"nin elini kolunu bağlamış gibi görünürken "ülkücü hareket" ve ülkücü kafa yapısına semirme imkanı vermiştir. bu gelişmeler mhp-dsp koalisyonunu görmemize neden olmuştur. tabii ecevit'in dsp'sinin milliyetçi söylemleri olduğu ve ta kıbrıs harekatı'ndan beri milliyetçi bir yapısı olduğu yadsınamaz.

bu dönemden günümüze kadar geçen süreçte yaşanan olaylar "ülkücü hareket" tarafından kolayca yorumlanıp, taraf olunacak olaylar olmamışlardır. gerek küreselleşme gerekse ab'ye entegrasyon sürecinde türk milliyetçisi altı doldurulabilmiş tavırlar koyamamış; "yoksa sosyalist mi oluyoruz lan?" sorusunu kendisine sorduğu olmuştur. bu da milliyetçilerin sesinin kesilmesine kabuklarına çekilmelerine neden oldu. buralardan sağlam politikalar üretemeyince -memleketteki herkesin hali hazırda nefret ettiği- abd'yi karşısına almış ve abd karşıtlığı üzerinden politika yapmaya başlamıştır. ki abd karşıtı olmak ülkücü hareketin altından kalkabileceği zihinsel faaliyet istemektedir. iktisadi meselelere kafa yormak milliyetçi olmaktan çok daha zor olduğundan tabanı yıpratmamak için milliyetçi-ulusalcı partiler abd karşıtlığını benimsediler. liberal olsun, sosyalist olsun, popüler olsun kendilerine uymayan her şeyi ve herkesi amerikancı olmakla suçladılar ve eleştirilerini amerika ve komplo teorileri üzerinden verdiler.

günümüze baktığımızda mhp'nin mecliste yine hatırı sayılır bir milletvekili sayısına sahip olduğunu görmekteyiz. bu durumun altında yine bildik nedenler yatıyor. pkk etkinliği, şehitler üzerinden yapılan propaganda; kürsüden ip atmalar gibi... burada chp'nin katkısı da yadsınamaz bir düzeydedir. chp sırf akp'ye muhalefet etmek için milliyetçi refleks geliştirip ve toplumun üzerinde şoven rüzgarlar estirirken; bir yandan da elinde kalan son sosyal-demokrat oyları da kaybetmemek adına bu söylemi fazla sertleştiremedi. toplumda oluşan milliyetçi refleks havasının etkisiyle verilen oylar elbette chp'ye giden oylar olmadı. çünkü bir tarafta kürsüde gümbür gümbür savaş çığırtkanlığı yapan, yağlı urganlar sallayan, tehditler savuran bir mhp vardı.


demek ki

milliyetçiliğin bir topluma nasıl girdiğini ve nasıl kılıktan kılığa girdiğini gördük. sadece 100 yıllık bir sürede her kumaştan giyinmiş, her renge boyanmış meğer. izlediği yolda ağyarına mani; efradına cami iken ağyarı bir anda efradı olabilmiş; bir gün sırtını sıvazladığının ertesi gün boğazına sarılabilmiş. bu milliyetçiliğin karakterini gösterir bize: milliyetçilik bir ideoloji değildir. milliyetçilik, ideolojileri meşrulaştırmak veya belirli mücadeleleri kitleselleştirmek için kullanılan bir araçtır.

Eski Öyküler 3 - Balkon Düşünceleri

BALKON DÜŞÜNCELERİ(Mayıs 2009)


Küçük bir balkon, birkaç tabure… İki kişi girer. Taburelere oturur birer sigara yakarlar. Sigaralarını yakar yakmaz yüksek düzeyde bir ezan sesi işitilir…

A:
Yeter ama ya! Şu sigarayı bir kez olsun keyifle içemeyecek miyiz be!

B:
Sesi güzel olsa bari, değil mi?

A:
Başlarım sesine. Adam işi biliyor. Allah belamı versin, içeri kaçıp namaza durasım, ruhumu tanrıya uzatıp bütün algı kapılarımı kapatasım geliyor şunu duyunca.

(duraksama)

A:
Aaa, sana söylemeyi unuttum: baban aradı bugün.

B:
Ne dedi?

A:
Sizin arılara sinek ilacı sıkıp öldürmüşler. Balları çalmışlar.

B:
(duraksama) Hepsini mi öldürmüşler?

A:
Topal arı kalmış tek.

B:
Topal arı mı? Vay be! Ben çok severim onu biliyor musun?

A:
Bilmiyordum.

B:
Ben çocukken, sen daha doğmamıştın o zaman ya da çok küçüktün, bir sabah babam beni çağırdı. Yahu git şu arıları say, bak bakalım kaçan göçen var mı, dedi. Emrin olur baba, dedim. Koştum portakal bahçesine. Sandıkları açtım, arıları tek tek saydım. Yeşil arı orda, kızıl arı orda, tembel arı orda, akıllı arı orda, yarımakıllı arı orda… hepsi orda, topal arı yok!

A:
Bir daha sayaydın.

B:
Saydım. Saymaz olur muyum. İki daha saydım. Topal arı yok!

A:
Allah Allah! O arı sandıktan çıkmazdı be. Bal yaptığı bile yoktu. Diğer arılar niye kovmuyorlar sahtekârı diye merak ederdim.

B:
Varlığından bile haberleri yokmuş ki. Sordum. Burada topal bir arı vardı, dedim. Nerde? Vallahi hiç görmedik, dediler. Sinirlendim, birine iki tokat çarptım. Dalga geçmeyin oğlum, dedim, arı kayıp başına bir şey gelmiş olmasın.

A:
Eee?

B:
Abi, etme eyleme, dediler, burada öyle bir arı yok. Baktım hakikaten bilmiyorlar. Kapattım sandıkları, arıyı aramaya başladım. Köyün altını üstüne getirdim. Sormadığım kimse kalmadı. Yok! Yazıya indim. Öğle sıcağı… Beynim pişiyor. Bir yandan da “topal arı, yavrum, evladım nerdesin?” diye bağırıyorum. Uzun bir süre boyunca gezdim. İkindi vakti yoruldum. Mezarlığın suruna oturdum. Bir de tatlı tatlı esmeye başladı ki… Yahu, dedim, şurada biraz kestireyim, sonra gene ararım arıyı. Sura uzandım. Uzanmamla bizimkinin sesi, Karapalamut’un alt tarafından kulağıma geldi.

A:
Amma yaptın! Oradan oraya ses gider mi be!

B:
Yahu zayıf zayıf geliyor işte. Rüzgar benden tarafa estiği için…

A:
Tamam, tamam. Sonra?

B:
Dinledim: “Arı vız vız vız. Arı vız vız vız. Arı vız vız vız; kondu çiçeğe!”

A:
Bak sahtekâra! Bir de türkü mü çığırıyor?

B:
Ben, vın dedim, ama nasıl, beş dakikada oradayım. Bir de ne göreyim, ihtiyarın biri, bizim arıyı çifte bağlamış tarla sürüyor.

A:
Bak pezevenge! Yuh be! Topal hayvan çifte bağlanır mı? Eziyettir ayıptır be!

B:
Ben de öyle dedim. Ama adam ihtiyar olduğu için çok sinirli olsam da sakin sakin konuştum.

A:
Ne dedin?

B:
Bak dayı, dedim, yaşına başına sakalına saçına bakan, seni bir akıllı adam sanır. Şu yaptığın, sence, hiç makul bir şey mi?

A:
Ne dedi ya?

B:
Vallahi oğlum, kendi istedi, dedi.

A:
Allah Allah!

B:
Allah Allah, dedim. Dayı hayvanın canı çıkmış, bak şuna, şıpır şıpır ter döküyor, dedim. Adam pişkin pişkin, valla türkü çığırıyor, dedi. Baktım bizimki hakikaten türkü çığırıyor. Tepem attı. Uzatma dayı, ver arımı, dedim. Herif bir iki homurdandı; arıyı çözdü, verdi. Doğruca eve yürüdüm. Akşam eve vardım. Arıyı gösterince babam, abov, dedi, ölüyor bu hayvan.

A:
O kadar kötü ha!

B:
Havyan ölüyor ama bir yandan da sırıta sırıta türkü çığırmaya devam ediyor. Babam baktı baktı, ulan topaldın bir de deli oldun, şimdi kısmetin açılır, dedi. Cebinden üç ceviz çıkardı. Birini kırdı arıya verdi. Birini kırdı kendi yedi. Birini de bana verir mi, diyordum, nasıl acıkmışım. Uzattı. Al oğlum, bunu götür bahçeye ek de ağaç olsun. O ağaçta ceviz olsun. O cevizi anan peynire katsın. Rakıya meze olsun, dedi. Emrin olur baba, dedim. Aldım cevizi bahçeye ektim. Nasıl yorulmuşsam artık, orada uyuyuvermişim. Ertesi sabah uyandım ki bir ceviz ağacı olmuş, tepesi görünmüyor. Ulan ne has cevizmiş, dedim. Babamı uyandırdım. E, oğlum, çık iki üç tane topla da yiyelim, dedi. Emrin olur baba, dedim. Ben cevize çıkana kadar öğlen oldu. Bir de baktım ki cevizin tepesinde ucu bucağı belli olmayan bir tarla var.

A:
Hadi ya!

B:
Valla... Aşağı indim. İnene kadar ikindi oldu. Babama anlattım. E, oğlum, biz oraya bu sene karpuz ekelim, dedi, rakıya meze olur. Emrin olur baba, dedim. Karpuz çekirdeklerini aldım, tarlaya çıktım. Çıkana kadar akşam oldu. Tarlayı ekene kadar yatsı oldu. Yorulmuş uyumuşum. Ertesi sabah bir uyandım ki her bir karpuz olmuş şu cami kadar.

A:
Yapma ya!

B:
Valla... İndim aşağı, babama anlattım. E, oğlum, şu merdivenin altında bir balta olacak, onu al iki dilim kes getir de yiyelim, dedi. Emrin olur baba, dedim. Baltayı aldım, yukarı vardım, vurdum birine karpuzun. Balta elimden kaydı. Açtığı delikten karpuzun içine düştü. Eyvah, dedim, balta emanetti, rezil olacağız komşuya. Delikten içeri baktım baktım, karpuzun içinde çelebi kılıklı bir adam gördüm. Beyim, dedim, buraya baltam düştü, gördün mü? Evladım, ben burada dört yüz deve kaybettim, gel beraber arayalım, dedi.

A:
Şimdi iyice saçmaladın.

B:
Niyeymiş?

A:
Bizim memlekette deve mi olur, akıllım.

B:
Öyle ya, ben herhalde mezarlığın surunda uyuyakaldım. Gerisi rüya olacak.

A:
Orasını ben bilmem, yalnız bizim memlekette deve olmaz.

B:
Uzatma tamam, ver bir sigara.

(Birer sigara yakarlar. Sahnenin dışından ezan başlamadan önce camiden gelen dit dit sesine benzer bir ses gelir. İrkilirler. Sinirlenirler. Ezan gelmeyince rahatlarlar.)

(duraksama)

(Birden b durgunlaşır, gözleri dolar belki de…)


B:
(birden) Annemle babamı şimdi anlıyorum.

A:
Ne?

B:
Hani bizim dananın birini sırtlan parçalamıştı ya…

A:
O danayı sırtlan parçalamadı.

B:
Tamam işte ya. Yeniköy’ün kasapları, gece bizim köye gelip hayvanlara bir iki kör satır vurup sonra bir sırtlan hikayesi uydurup ölü hayvanları ucuza satın almışlardı ya. Hani onlardan biri de bizim danaydı ya, dedim say. Şimdi oldu mu?

A:
Şimdi oldu.


B:
Niye her şeyi düzeltiyorsun ki? Hasta mısın sen?

A:
Tamam, özür dilerim.

B:
Neyse ne. Mesele o değil. Annemle babam, o zaman, çok ağlamışlardı. Ben de mal için böyle ağlanır mı, diye düşünmüştüm. Hatta kızmıştım.

A:
Eee?

B:
Yahu serçe parmağının bir boğumu belki tırnağı kadar bir arı öldürülünce, insan, bir yakını bir arkadaşı öldürülmüş gibi oluyor. Düşünsene bunun her sabah yemini suyunu verdiğin; her akşam sütünü sağıp yoğurt, ayran, çorba yaptığın; alnından öptüğün bir dana olduğunu. Babam beni kaç kere alnımdan öpmüştür be!

A:
Üniversiteyi kazandığımda bana bir kez sarılmıştı. Eeh! İyi de her gün bir sandık dolusu arı kadar adam, haybeye öldürülüyor. Buna canını sıkıyor musun?

B:
Yahu, bana tetkik yapma!

(Duraksama. B iyice duygulanmıştır.)

A:
Ağlayacaksan camiye gidelim.

B:
Niyeymiş o?

A:
Bak bir hikaye de ben anlatayım da keyfin yerine gelsin.
Geçenlerde bir akşam… Evde kimse yok. Televizyon açık… İzleyecek bir şey yok. Canım sıkıntı sınırı. Dokunsalar ağlayacağım, dokunacak insan yok. Tansaş reklamına gözlerim doluyor, o kadar kötüyüm.

B:
Hangi reklam?

A:
Ya, var ya işte… Bir kız çocuğu… Elinde suda balık… Sonra düşürüyor balığı, balık yerde çırpınıyor. Marketin elemanları su getiriyorlar, poşet getiriyorlar, kurtarıyorlar.

B:
Hatırlayamadım.

A:
Neyse işte. Kötüydüm. Yok, bu böyle olmayacak, dedim. Biraz bira içersem uyurum diye düşündüm. Ayın da on dördü, para yok. Evi aradım taradım. Beş kuruş on kuruş demedim, topladım. Altı lira doksan kuruş etti. Üç şişe bira parası... Markete indim. Üç bira aldım. Bozuklukları tezgaha döktüm. Adam paralara baktı, beni bunlarla uğraştırma, sonra ödersin, dedi.

B:
Sen de başladın ağlamaya.

A:
Yok canım. Aksine keyfim biraz yerine geldi. O neşeyle yokuşu çıktım. Camiyi geçerken bir gazel duydum. Ya da ben öyle sandım, diyelim. Bu bizim müezzin olamaz, dedim. Sesi güzel bir kere… Tuvaletten çıkan bir teyzeye sordum. Genç biri merhum olmuş. Onun kırkı mıymış neymiş, bir mevlit okunuyormuş. Okuyan da merhumun amcasıymış. Basamakları çıktım. Ayakkabılarımı çıkardım. Bira poşetinin ağzını bağlayıp, ayakkabılığa, ayakkabılarımın üstüne koydum. (Üstündeki tişörtü gösterir) Üstümde bu tişört, çenemde böyle dört parmak keçi sakal vardı bir ara hatırlarsın… Kulağımda küpe… Öyle camiye girdim. Bütün cemaat dönmüş bana bakıyor. Ama o anda içeri merhumun kendisi girse ancak öyle bakarlar. Safın birine sıkıştım oturdum. Yanımdakiler bana değmemeye çalışıyor. Ellerimi dizlerimin üstüne koydum, boynumu büktüm, dinledim. İçimden bir ağlamak geliyordu ki. Kendimi zor tutuyordum. “Dediler oğlun gibi hiçbir oğul/ Yaradılalı cihan gelmiş değil/ Bu senin oğlun gibi kadr-ı cemil/ Bir anaya vermemiştir o Celil” mısraları nereme dokundu bilmem ya benim zembereğim boşaldı. Ağlıyorum. Ama o nasıl bir ağlamaktır. Aman ya Rabbim! Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum, bir yandan da kapı gıcırtısı gibi eski sabo terliklerin üzerine basınca inlemesi gibi sesler çıkarıyorum. Çevremdekiler, mevlithanı zor işitiyorlar. Caminin öbür tarafında insanlar, birbirlerini dürtüp beni işaret ediyorlar. Gülen Hoca misali, höyküre höyküre ağlıyorum. Ben ağladıkça mevlithan gaza geliyor, coşuyor. O coştukça ben de coşuyorum. Merhumun anası öyle ağlamamıştır. Baktım olacak gibi değil. Kalktım ayağa, az sonra yüzükoyun yatağa atlayacak paşa kızı gibi bir hışımla çıktım camiden. Arkamdan biri yetişti. Baktım bizim caminin tiz sesli imamı.

B:
Hadi bakalım!

A:
Evladım, sen Mustafa’nın arkadaşı mısın, dedi. Yok amca, dedim, tanımam. Ben mevlithanın sesini duydum dışardan. Hoşuma gitti, girdim. Adam kılığıma bir daha baktı. Canını sıkma oğlum, dedi. Canın sıkıldıkça camiye gel, sohbet ederiz.

B:
Ne dedin ya?

A:
Ne diyeyim. Allah razı olsun amca, dedim.

(gülerler)

(duraksama)

B:
Yahu balkonda oturma mevsimi de gelmiş. Şuraya bir bank falan bir şey ayarlamalı. Taburelerde sırtı ağrıyor insanın.

A:
Tamam. Aşırırım ben okuldan. Ondan kolay ne var.

(duraksama)

A:
Gel gidip ikişer bira alalım.

B:
Olur.

(çıkarlar)

Eski Öyküler 2 - Bir Mektup

BİR MEKTUP


Sevgilim,

Bugün fark ettim ki sana gönderdiğim mektupların bir nüshasını da saklarmışım. Şaka yaptım sevgilim; meğer yazdıklarımı sana hiç göndermezmişim. Baktım da hep mektup diye başlarmışım şiir olurmuş, öykü olurmuş. Bari bu mektubum, mektup minvalinde olsun istedim.

Sana uzundur yazmamışım. Hemen hemen kışın girmesinden bu yana seni buralardan habersiz bırakmışım. Beni anla sevgilim, sana, buranın kışının nesini anlatayım? Metro girişinde –ama yalan ama gerçek- titreye titreye ağlayan dilencilerini mi, donarak ölen tinercilerini mi? Sokak çocuklarını mı anlatayım sana? Sen bunları zaten bilirsin. Bilmiyorsan da ben niye anlatayım? Var sen, sokak çocuklarının, dilencilerin, tinercilerin, kışın gelmesinden evvel, omuzlarında bir sopanın ucuna bağlı çıkınları, yalın ayakları ve neşeli sokak şarkılarıyla, sürüler halinde, asfalt yolları, bozkırı ve Torosları aşıp güneye göçtüklerine inan. Eh! Dünya hiç bu kadar güzel olmadı ya ben de yazın yazan bir yazar oldum. Öyle ya, bahar olsa, yaz olsa sana her gün bir mektup yazardım. Çukurova’daki o portakal bahçesinden sana her gün bir hikaye anlatırdım. Arı sandıklarındaki -kelimenin ilk anlamıyla- tatlı hengameyi… Portakal ağaçlarındaki serin, yaz sonu hafifliğini yazardım. Yazılamayacak şeyler de vardı sevgilim. Sen yanımda olmalıydın, yaşamalıydık. O arı sandıklarının arasına uzanıp ellerini öpmeliydim. Ellerin, dört yıl önce bir gece yarısı alnıma dokunup, yaz günü gölgesiz bir patikanın taşları gibi susuz olduğumu fark etmiş, bir bardak su getirip okşamış, uyandırmıştı beni. Ah sevgilim, o bal buğusu ve portakal çiçeklerinin kokuları arasında daha mı geç tükenirdi tenlerimizin şehveti? Denemeliydik sevgilim.

Sevgilim, o yaz bitti ve iktisadi buhran zuhur eyleyip bizi teğet geçti. Bunun üzerine belediye bol bol kömür dağıttı. Ben almadım, zaten sobam da yoktu. Önceleri kömürü, kimseyi rencide etmemek için, geceleri dağıtırlardı. Kömür yardımına ihtiyacı olmayan hanenin çocuğu, hangi çocuğun hanesinin kömür yardımına ihtiyaç duyduğunu bilmesin diye geceleri verilerdi kömürleri. Gece vakti halk rahatsız olur diye düşünülmüş olacak ki bir süredir gün ortasında kömür tırları mahallemize girer oldu. Hatta bir sefer belediye başkanı bizzat gelip halka kömür dağıttı, üst sokağımızdaki bir eve de kendi eliyle ocaklı soba kurdu. Aferin adama, dedim. Yanında getirdiği televizyon muhabirlerine de güzel bir konferans da çekecekti ya mahallenin çocukları rahat vermeyince üç beş cümle söyleyebildi adamcağız. Kahvede adama sövdüler. Yerel seçim yaklaşıyormuş ya bu gösteriler o yüzdenmiş. Bunlar kahve eşrafının söyledikleri. Beni bilirsin sevgilim politikadan pek anlamam. Bir de sevgilim, mahallelilerin içinden bir grup, kurban kesemedik bari çoluğa çocuğa bayramlık ayakkabı, gömlek alalım diyip dağıtılan kömürlerin bir kısmını Balalı bir simsara iyi de bir fiyattan satmışlar. Bedava kömür, bire satarsan iyi, ikiye satarsan daha da iyi değil mi sevgilim? Lakin simsar efendi, kömürleri ne Bala’da ne başka yerde hiçbir kömürcüye satamamış. Kömürlerin kullanılması halk sağlığını ciddi bir biçimde tehdit mi ediyormuş nedir, satılması kanunen yasakmış. Bizim Balalı parasını geri almak için döndüğünde, mahallenin çocukları bayramlıklarıyla Kıbrıs Caddesi’nde bir aşağı bir yukarı yürüyorlardı. Bazıları da internet kafelerin önlerinde sigara tüttürerek sıra bekliyorlardı.

Kurban bayramıydı ya öyle çok et de görmedim sevgilim. Bizim apartmandan bir aile kesebilmiş sadece, lakin hakkıyla dağıttılar. Bir etli patlıcan yaptım, bir akşam bir öğlen doyurdu beni elhamdülillah. Ya, öğle yemeklerini de evde yiyorum artık. Senle ne güzel yemekler yapardık eskiden. Yemekler her zaman çok güzel olmazdı ya, biz yemek yapma işini hep güzel yapardık. Sen gittikten sonra mutfağın o eski şenliği kalmadı sevgilim. Akşamları sağda solda bir şeyler atıştırır, öğlenleri yemekhaneye dadanır oldum. Sonra bir gün, iktisadi buhran bizi teğet geçti ve yemekhanede yemek çıkmaz oldu. Yemekhane çalışanları işten çıkarıldı. Mesele bununla kalmadı ve işçiler, yerleşkenin merkez yemekhanesini işgal ettiler. Ayaklarım alışmış olacak ki bir öğlen kendimi yine yemekhanede buldum. İşgalciler, aralarında para toplayıp malzeme almışlar, yemek yapmışlar, öğrencilerle beraber oturmuş yiyorlardı. Öğrenciler de hazırlanan bağış kutusuna gönüllerinden kopanı bırakıyorlar, işçilere destek oluyorlardı. Tahmin edeceğin üzere, bu illegal faaliyete ben de iştirak ettim. Meğer ne fiyat tarifesine, ne taşerona, ne devlete ihtiyacımız yokmuş, diyecek olunca birileri, yerleşke yönetimi içeride yemek çıkarılmasını engelleyecek birtakım etkin önlemler alıverdi. Bununla beraber işgal devam etti. Bazı öğrenciler de işgale fiilen destek veriyor işçilerle beraber yemekhanede yatıp kalkıyorlardı. Yemekhanenin duvarlarına da “vuracağız, kıracağız, yıkacağız…” minvalinde söylemler içeren afişlerini, olur da sökmek gerekirse sıkıntı olmasın diye düşünmüş olacaklar ki, para bandıyla yapıştırmışlardı. Sağa sola zarar vermiyorlardı. Baksan, burada işgal var, demezdin. Tabii, kapının üstüne yine bantla yapıştırılmış ve üzerinde “bu yemekhanede işgal var” yazan beyaz çarşafı dalgınlık eseri görmediğini varsayıyorum. Dalgınlıklarını, dalıp gitmelerini çok özlüyorum sevgilim.

Öğle üzerleri yemekhaneye uğramadan eve gitmez olmuştum. Öğrenciler bana sürekli ölmüş adamlardan ve onların özlü sözlerinden bahsediyorlardı, sıkılıp kaçıyor işçilerle muhabbet ediyordum. Birinin çocuğunun bacağı kırılmış, dışarı çıkıp hastaneye gitsem beni geri buraya sokarlar mı ki, diye ikircikleniyordu. Bazıları, başka bir yemek şirketine iş başvurusu yapıyorlardı. Senin yazın güzelmiş, sen yaz şunları, diyorlardı. Yazıyordum.

Bir akşam, işlerim bitince, sensiz hiç tadı olmayan evimize dönmek yerine yemekhaneye uğrayayım dedim. Uğradım. Öğrenciler çok okumuş insanlardı, çoğu tartışmalarını anlamazdım, birbirlerine karşı savundukları fikirler birbirinin aynı gibi gelirdi bana ve bu fikirlerin çoğunu dünyanın hiçbir yerine oturtamazdım. İşçiler de pek anlamazlarmış ki kendi aralarında muhabbet ediyorlardı. Birkaç öğrenci de diğerlerinden ayrı olarak langırt masasının etrafında gülüşerek oyalanıyorlardı. Sevgilim, futbolu ne çok severim bilirsin. Avrupa maçları gece geç saate uzardı da sen de dizimde uyurdun. Beraber Ulus’taki stada giderdik. Gerçi sen gittikten sonra Gençlerbirliği tat vermez oldu sevgilim. Ben de maçlara gitmez oldum. Bazı arkadaşlarım bu durumu senin gitmene değil de Isaac’in gitmesine bağladılar. Onlara da hak verdim. Doğrusu Isaac, Gençler’in öyle kolay kolay bulabileceği bir futbolcu değildi. Bu düşünceler içinde langırt oynayanlara yanaştım, karıştım. Ben de oynadım. Öğrendim ki langırt solaklara göre bir oyun eğilmiş. Benim takımım hep yenildi. Olsun sevgilim, eğlendik. Langırtçılar şarap da almışlardı. İkram etmekten de çekinmiyorlardı. Ben de içtim. Grubumuzun içinde Avrupalı bir kız da vardı. Onun aracılığıyla sana selam gönderdim. Oraların en güzel kızı, görünce tanırsın, dedim.
Bir süre sonra diğer öğrencilerden bir grup masalarından kalkıp yanımıza geldi. Biraz kızgındılar. Orada şarap içilmezmiş, işçilere kötü örnek oluyormuşuz, bari birileri de bir köşede sevişseymiş. Keşke, dedim içimden. İşte o zaman bir devrim olurdu. Gerçi onların yapmak istediği biraz farklı bir devrimdi. Hiç bu kadar basit değildi. Deri ceketli langırt arkadaşım, sevişin tabii, sevişmediğiniz ayıp, dedi. Avrupalı kızla langırt oynayışlarını görsen, insanın her an sevişebilir ve her an sevişmesi gereken bir varlık olduğuna bir kez daha kanaat getirirdin sevgilim. Fakat öğrenciler çok okumuşlardı ve tartışmayı da pek sevmiyorlardı. Belki de daha önemli işleri vardı. Neyse, dövülmeden yemekhaneden çıkalım, kararı aldık ve çıktık. Tuhaf gelecek, mutluydum sevgilim. Bu öğrenciler çok sert çocuklardı. Öyle yiğittiler ki yemekhaneye değil polis, tanklı toplu asker gelse giremez, diye düşündüm. Bu mücadele işçiler açısından iyi bir nihayete varacaktı ya, bizim posta yememizin ne önemi vardı?

Tüm bu gereksiz meseleleri sana niye anlattım sevgilim? Kış, bizde böyle. Yaz olsa, hangi bahçede, hangi tarlada, yaylada, sahilde olurdum kim bilir. Latif sözlerle dolu mektuplarımı kim bilir memleketin neresinde yazıyor olurdum. Mevsim kış sevgilim. Artık iyice uykuya verdim kendimi. Zaman çabuk geçsin, bir an önce sana kavuşayım istiyorum.

Bizde durumlar böyle. Biliyorum pek sevmezsin ama iki satır olsun yaz sevgilim.

Gözlerinden öperim.

Eski Yazılar 2 - Memleketi Satıyorlar

MEMLEKETİ SATIYORLAR(Ocak 2009)

“Memleketi satıyorlar.” Son 20 yılın özeti gibi cümle. Nerelerde duymadık, kimlerden dinlemedik ki... Köşe yazarları, aileler, muhtarlar, öğretmenler, muhalefet milletvekilleri, toplu elektronik postalar, niceleri... Ne idüğü belirsiz ve sürekli apolitik olmakla suçlanan ya da itham edilen kocaman bir grubun ilkesözü(motto) sanki... Adeta borsa simsarları gibiler, bir yerde memleket satılıyorsa önce onların haberi oluyor ve gelip anlatıyorlar, yazıp anlatıyorlar, anlatıyorlar. İşaret ediyorlar. Sorumluluklarımızı hatırlatıyorlar. Müzayede çığırtkanları gibiler: "satıyorlaaaar, satıyorlaaaaar, saa tı, sattılar! Aha da sattılar!"

İşaret etmecilik, ama hep aynı şeyi işaret etmecilik...

Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde bir “cingıl” yardıma koşuyor ben istemeden:
"Olacaaak olacaaak olacak o kadaaaar!"

"Aç gözünü seyret!" diyor birileri tepeden tepeden. Akıl vermeci, önden gitmeci, golü halka attırmacı bir güruh; çok cömertler. Millete icraat dağıtmakta çok cömertler. Proje insanları ya da başka türlü...

Ama çok kolay!

Öğrenilmesi çok basit ve tüketiliyor, fındık fıstık gibi gidiyor.

İnsan bazen var olmuş gibi yapıyor çünkü bastıramıyor içindeki var olmamışlık acısını. Ben de bir şey söyleyeyim istiyor -bu sadece bir teori, anlamaya çalışıyorum- en kolayını söyleyiveriyor konusu açıldığında. En kolayları şunlar oluyor hep: "memleketi satıyorlar" "analar ağlamasın" "birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımızın olduğu..." "siz burada tartışırken birileri orada lüp lüp" "bizi birbirimize düşüren dış güçler" "amerikaaaaa" "şehitler, vatan, millet, batarya, Allah, kutsal değerler, ilgili video kapatılsın niye bütün site kapatılıyor" "sistemofadavn piçtir abi dinleyen de piçtir" "muasır medeniyetler" "bor mineralleri" "ırak petrolleri" "Afgan haşhaşları" “Atatürk, türban” ve daha niceleri. Karmakarışık olmuş ama tıkır tıkır saçmalayan beyinler. Hep aynı saçmalayan... Aynı şekilde saçmalayan… Öyle ki akıl duruyor karşılarında, akıl durmuyor da "bilgisayarın ne yapmasını istersiniz?" sorusunu soruyor kendine; "ne bileyim?" diyip "gönderme" butonuna basıyorsunuz içerde bir yerde. Sistem kendi hata raporunu anlamıyor.

"Memleketi satıyorlar" bir tellal dönüp duruyor beynimin daracık ve karmakarışık sokaklarında... Bir rüyada gibi bazen bir tellal oluyor, bazen bir deli; bazen bir satıcı, mekânlar mekânlara kişiler kişilere dönüşüyor... Anlamaya çalışıyorum. Bir deli oluyor, kafasında çağdaş market poşeti elinde mandalina "Memleketi satıyorlar ağabey! Bana da bu düştü! Biraz birikimim vardı, buna yatırdım! Memleketi satıyorlaaaaar!" Bir tellal oluyor sonra "Memleketi satıyorlaaar! Kaçırmayın böylesi bir daha bulunmaz!" "Nerde satıyorlar?" "Şurada şurada koşun!" Beynimin daracık sokakları inliyor bir satıcının nidalarıyla ve bir steyşın reno12'nin arkasında satıyor şerefsiz, güzel memleketimizi. Arabasına hürmeten güven duyuyorum, araba memleket kokuyor, bakıyorum memleketim yatıyor bagajda. Bir de megafon dayamış arabanın teybine, durmadan çalıyor "Bir başkadıııır benim memleketiiiim." Tüp satar gibi satıyor memleketimi.

Rüya bu ya, bitsin istedikçe uzuyor artık. Bir sürü genç eleman, hepsinin elinde coca cola ve ayağında convers, her yerine afiş yapıştırıyorlar beynimin sokaklarının. Afişlerde dev pazulu işçiler var: insan olmayan işçiler, bu dünyada hiç bulunmamış, hiç bulunmayacak işçiler. Sendikalı sendikasız. Tellalıyla, delisiyle, işçisi, satıcısı, oto teybi, konversi, gözleri dolar işareti şeklinde olan monopoly amcası ve kimler varsa işte… Ateş rengi kuşlar ve bir hayalgücünün üretebilecekleri... Hep bir ağızdan bağırıyorlar: "memleketi satıyorlar!"

Eski Yazılar 1 - Gündelik Faşizm

GÜNDELİK FAŞİZM(Aralık 2008)

Sıradan faşizm ile aynı anlamda kullanılan ve vasat faşizmi ile karıştırılan bir faşizm tezahürü, gündelik faşizm. Vasat faşizmi ile karıştırılışını başka bir yazıya bırakarak sıradan faşizm ve gündelik faşizmi bir arada değerlendirip bu tek yumurta ikizlerini birbirinden nasıl ayırt edebileceğimizi görelim.

Birinci kural: Gündelik faşizm ile sıradan faşizm aynı şey değildir. Gündelik faşizm, sıradan faşizmi kapsar ama içinde sıra dışı faşizmler de içerir.(*)

İşe öncelikle Tanıl Bora'nın sürekli referans gösterilen, torba tanımını okuyarak başlayabiliriz:

"Sıradan(buraya gündelik kelimesinin konması pek bir değişiklik yaratmazdı) faşizm, faşizmin ideolojik saiklerinin ve faşist hareket unsurlarının doktriner bir çerçeveye oturtulmaksızın gündelik ideoloji içerisinde anlık ve sürekli olarak tezahür edişini politik bir hedefe bağlanmaksızın, örgütsel bir yönlendirme olmaksızın kendiliğinden eylemlerde dışavurumunu anlatır."(**)

Bu tanımı ve "birinci kural"ı göz önünde tutarak gündelik faşizmi açıklamak için öncelikle gündelik faşizmi oluşturan iki unsuru açıklamak gerekir, bunlar sıradan faşizm ve anonim faşizmdir.

Yıllar önce Cumhuriyet gazetesinde görülen ve dilden dile aktarılarak efsaneleşen bir haber başlığını hatırlayalım tekrar: "Halk plaja akın etti vatandaş denize giremiyor." sıradan faşizm, cümlede bahsi geçen "vatandaş"ın kıskançlığıdır. Şimdi bu güzel tanımımızı biraz dağıtalım:
1970'lerde modernitenin eleştirisi ve postmodernizmin karşı konması neredeyse imkânsız başatlığını sezdirmesi (Türkiye'de seksenlerin ortalarında gözlemlenmiştir) ile birlikte etnik ve dini kimlikler kamusal alanda daha çok yer almaya başladı. Yani sözü geçen haber başlığında bahsedilen "halk" birden ortaya çıktı. Bu ortaya çıkış bir sınıf bilinçlenmesi şeklinde olmadı elbette. Halk, bütün kendiliği ve göze batıcılığı ile ve "kara kıçını denize dönüp"(***) "vatandaş"ın göz zevkine halel getirmek pahasına ortaya çıktı. Peki, vatandaş kimdi? Vatandaş öncelikle Türk ve laiktir. "Nasıl oluşmuştur?"un cevabını Vahap Coşkun veriyor: "Cumhuriyet'in kuruluş döneminde, bu ülke insanlarının farklılıklarına bakılmaksızın, onlara homojen bir kimlik (Türk ve laik) dayatıldı. Bu kimliğe sahip olanlara ve bunu itirazsız kabul edenlere ayrıcalıklar tanındı, kamu sahaları onların kılındı. ...kendilerini ayrıcalıklı kılan homojen kimliğe itirazların yükselmesi ve kendilerine ait saydıkları arınık alanlarda artık kendileriyle hiçbir benzerlik taşımayan başkalarının da görünür hale gelmesi onlarda panik ve öfke patlamasına neden oldu"(****) İşte bununla birlikte "vatandaş"ın kıskançlığı ve faşizm boy göstermeye başladı. Faşizm karşıtı ve çağdaş oldukları inancına sahip gruplar ve kişiler de vatandaş olmanın gerekliliği haline gelen bu kıskançlığa iştirak ettiler. Sıradan faşizm kendisini meşrulaştırmak için sürekli medya kanalını kullandı ve kendi dilini geliştirdi. Vatandaşın temsilcisi köşe yazarları hep bu dili kullanmaktadır. Bu dil götten uydurma genellemeler, söz sanatları, kelime oyunları ile dolu ve serttir. Çünkü sözünü dudaktan esirgemeyen aydın modeli, okurların hoşuna gider. Yenilikçiliğini kaybetmiş yazarın saldırganlığı, "ona da şöyle giydirmiş", "bunu da böyle yerin dibine sokmuş"tan haz duyan okurların, köşe yazarlarından beklentilerini karşılar. Kimse genellemelerin ve yazılanların götten uydurma oluşunu sorgulamaz. Bakın ne demiş bir zat: "En azından Türkiye özelinde, her mümin Müslüman kadın, Avrupalı hemcinslerinin donlarla mendilleri aynı makinede yıkamasına burun büker, hatta gâvurun tüm uzuvlarını 'akmayan su', yani bir küvette yıkayıp durulamadan çıkması pis kaldığının kanıtıdır."(*****) Böylesi götten uydurma bir genellemeyi yine kendi deyimi ile "creme de la creme" vatandaşımız beğenerek okuyacaktır. O kadınlar ki küvet nedir bilmezler "akmayan su" derler lakin Avrupalının taharetini kendilerine mevzu etmişlerdir. Gazete, imkânı olsa da, "talk show"larda her espriden sonra duyduğumuz davul ataklarını, yazarın her "geçirme"sinden sonra okura duyurabilse kim bilir ne mutlu olacaktır yazarımız. Yine aynı yazarımız -bu kadına da ne yüklendik solcu entellerim- aynı yazısında şöyle devam ediyor: "Türkiye'nin camileri, bugünkü kadar çok ve dolu olmadığı zamanlarda da böylesine ayak kokar mıydı bilmiyorum" bilmiyor. Lakin "ayak kokan cami", "yobaz Müslüman kadın", "erkek gördüğünde eteğini kafasına geçirip kıçını açıkta bırakan Kürt kadını" ifadeleri vatandaşın rafine faşist gülümseyişini yüzüne yerleştiriveriyor. Faşizm iki kere rafine oluyor ve yenilmesi hatta elle tutulması bile imkânsız bir hale geliyor.

Vatandaş cephesinde bunlar olurken, silleyi sürekli yemekte olan halk cephesinde de hayat sütliman değil elbette. Onlar da kendi medyaları ve devlet eliyle anonim faşizmlerini yaşatıyorlar. Tüm bu dış etmenler, sürekli tehdit algısı, kurmaca paranoyalar, yıkma tutkusu, vatandaşın kıskançlığı, "Türk'ün gücü"nü gösterme tutkusu, milliyetçi hezeyan ve dayatılan şiddete dayalı çözüm anlayışı ve belki de artık kültürümüze işlemiş "recim" ile birleşerek bir linç yaratıyor. Halk bir linçe eriyip kaybolurken hep birlikte bir linç olarak var oluyor. ("linç ediyorum; öyleyse varım!") Küçük hesapları olan küçük insanlardan oluşmuş, aşağılık kompleksi içinde boğulmuş toplum, var olmanın yolunu linçte arıyor. Anonim faşizmi, sıradan faşizmden ayıran sıra dışılık da burada başlıyor: bir otel yakmak, bir köy yakmak, ermeni bir yazarı haybeye öldürmek, tutuklu yakınlarına saldırmak...

Linçler linçleri takip ederken ülke kocaman bir linçe dönüşüyor. Linç sıradanlaşıyor ve kabulleniliyor. Kimse yanlış bir şey yapıldığını düşünmüyor. Bir futbol maçı viyana kuşatmasının rövanşı gibi görülürken kimse bu durumu yadırgamıyor. Bayram değil, seyran değilken, eniştenin bakışları azıcık şuhlaşmadan daha, çekiverip bayrakları balkonlara pencerelere asıyor birileri, birileri asmıyor, birileri asmak ve asmamak arasında gidip geliyorlar, kimse yadırgamıyor. Herkes kendi yanlı gerçeklik algısını doğrultmak maksadıyla aynı algı kaymasına tutulmuş kişileri bulup dünyasını onlarla kuruyor. Faşizm bir kez daha rafine oluyor böylece.

Kimse linçten çıkıp evine dönerken suçlu hissetmiyor kendini. "Şiddet tekeli" derler bir kavram vardır, modern devletin olmazsa olmazlarından. Toplumdaki cezalandırma ve şiddet yetkisini devlet tekelinde toplar. Polis ve asker bu yetkiyi kullanır. Mesela, biri bir diz atar eylemcinin böğrünü akciğer zarını patlatır, diğeri çocuk öldürür 13 kurşunla. Ama evine döner çocuğunun başını okşar, karısıyla cilveleşir; hayatı devam eder. Çünkü şiddet devletin tekelindedir ve o devletin verdiği görevi yapmıştır, vicdanı rahattır. İşte, anonim faşizm, bu tekeli, halka açık bir anonim ortaklığa dönüştürerek şiddet tekeline linç istisnası getirir. Linççi de toplumun kendisine verdiği görevi yapmıştır. Vicdanını sorgulamak şöyle dursun bu iş karşılığında maaş almadığından olacak o bir kahramandır. Taze yiğit midir yoksa?

*Fırat Aydınkaya, Sıradan Değil Sıra Dışı Faşizm. Radikal İki. 04.06.2005.
**Tanıl Bora, Faşizmin Halleri. Birikim Dergisi 133 ve ayrıca Medeniyet Kaybı adlı kitabında.
***Mine G. Kırıkkanat, Halkımız Eğleniyor. Radikal. 27.07.2005
****Vahap Coşkun, Katıksız Faşizm, Radikal İki. 07.08.2005
*****Mine G. Kırıkkanat, Halkımız Temizleniyor. Radikal. 29.07.2005

Eski Öyküler 1 - Karanlıktan Adam

KARANLIKTAN ADAM(Nisan 2008)

Pencere kocaman, perde kocaman… Perde bir adam genişliğinde açık. Açıklıktan dışarı bakıyor. Bakamadığı yerlere de bakabilmek için kafasını cama dayıyor. Perdeyi açsa her yeri görecek, üşengeç işte. Ne var dışarıda bakacak, neyi görmeyi umuyor acaba? Hem ne biçim bir yer burası? Kendi kirasıyla geçinenler, başkasının kirasıyla geçinenler… Kız kiralanıyor buralarda. Kalite kalite dükkânlar… Bazılarında haminneler var. Sokakta kadınlar, adamları bıçaklıyor. Adamlar, kadınları dövüyor. Adamlar, birbirini dövüyor. Kadınlar bazen kendilerini bıçaklıyor. Kendilerine bıçak sokuyorlar; vücutları o denli uzaklaştırılmış kendilerinden. Ben de katılıyorum bu uzaklaştırmaya: Radyatörün dibindeki şilteye uzanmışsa biri, ayakucuna oturup sağ ayağını sol avucuma alıyorum; sağ elimle topuğunu ovuyorum. Topuklu ayakkabı ile sabaha kadar Ankara oyun havaları eşliğinde dans ediyor, ta ki biri onu alıp bir sarı taksiye bindirene dek.

Bağlama çalmaya çocukken başlamıştım. Ben Fidayda çalardım, arkadaşlarım oynarlardı. Ankara’nın böyle havaları, böyle oyunları olduğunu yeni öğrendim.

Avucumdaki topuğu bıraktım. Topuk, nokta nokta rutubetli izler bırakarak odanın derinliklerinde kayboldu. Hayır, olmadı bunlar. Masanın başında oturuyordum. Arada bir böyle saçmalarım. Yine olursa uyarın, işin aslını anlatırım.

Pencereden dışarı bakıyor, arada bir sigara almak için masaya geliyordu. Gökyüzünde ay yok, yıldız yok, bulut yok; başka şeyler var. Birazdan sabah olacak, bunu saate bakarak anlıyorum. Gökyüzü, saati yalanlar gibi karanlık.

Ne tuhaf bir adamdır bilemezsiniz. Ben de sırf onun tuhaflığını size bildirmek için yazıyorum. Olmadık saatlerde uyandırır. Uyandırır da konuşmaz. Sigara içer. Pencereden bakar. Aşağı yukarı yürür, durur; yine yürür. Masada oturayım diye mi uyandırıyor beni? Ne çok sigara içiyor, oda yine duman altı olmuş. Ben duman altı dedikçe, o, “Ilımlı İslam” der. Politikadan hiç anlamaz. Böylece bütün politik konularda uzlaşırız. Odayı, dumanla bu kadar doldurabildiğine göre hiç uyumamış. Uzun zamandır onu tanırım ya da uzun zamandır beraberiz diyeyim, zira daha tanınacak çok bir şey görmedim. Neyse işte. Uzun zamandır yanımda ama uyuduğunu neredeyse hiç görmedim. Birkaç fotoğrafta, o kadar. Ağaç altlarında uyurmuş. Ha, bir de eski kahvelerde ya da köy düğünlerinde bulunan o sandalyelerde... Altı sandalyeyi uygunca birleştirir uyurmuş. Asma altlarında da uyurmuş. Yazları, nemli su arklarına yatmak birinci tercihiymiş. Uykuda bile keyif arar. İhtiyaç değil lüks sanki…

Birincide sordum, ikincide sordum, üçüncüde “hayrola?” manasında kafamı salladım, dördüncüde sorar sorar baktım… Beni neden uyandırdığını uzun süredir sormuyorum. Ben sormayınca konuşmaya daha erken başlıyor. Sanki onu yavaş yavaş çözüyorum. Bekledim. O, pencereden baktı. Nihayet,

- Hadi karanlıktan adam yapalım, dedi.

Al işte. Ne cevap verebilirsin ki? Cevap beklediği de yok, giyinmeye başladı bile. Şimdi “Karanlıktan adam yapılır mı?” diye sorsam, “Yapınca görürsün.” der. Kaçarı yok, yapacağız karanlıktan adamı. Merdivenleri indik, apartmandan çıktık. Topuk kiralayan dükkânların önünden geçtik. Sokaklardan geçtik. Bir parkın yanından, bir karakolun önünden geçtik. Cemal Gürsel caddesine çıktık. Dayanamadım,

- Nereye gidiyoruz?
- Kayaş’a.
- Yuh! Niye gidiyoruz Kayaş’a?
- Buraların karanlığından adam olmaz. Daha taze, sulanmamış karanlık lazım. Kayaş’ta vardır.
- Uzak, Kayaş.
- Banliyöyle gideriz.
- İşte bu olmaz.
- Niye olmazmış?
- Banliyö gelecek, biz bineceğiz, gideceğiz diyene kadar sabah olur. Karanlık gider, yapamayız karanlıktan adamı. (Yüce Thespis, deli ile deli olmak böyle değilse nasıldır?)
- Doğru dedin.
- Gel eve dönelim. Yarın akşamdan Kayaş’a gider, gece yaparız.
- Olmaz. Bu iş, bu gece bitecek. Çamlığa çıkalım. Oranın karanlığı da idare eder.

Deli inadı. Bu gece bitecekmiş bu “iş”. İş mi? İşe bak! Karanlıktan adam yapacağız. Bu “iş”ler bu manyağın aklına nereden geliyor? Uydurma mı, sağda solda görüp duyduklarından mülhem saçmalıklar mı bilinmez.

Bir gün fakülte kantininde oturuyorduk. Ben, ders çalışan kızların ellerini izliyordum. Hayır, sapık değilim. Solak var mı diye bakıyordum. “Sapık”lığımı, solak olanı bulduktan sonraya saklıyordum. Bu hıyarağası da “Kızıldere Son Değil Savaş Sürecek” başlıklı bir bildiriye bakıyordu. Okumuyordu ha, bakıyordu. Baktı, baktı. Sonra birden, “Banyo kazanı tamiri işine girelim,” dedi “köşeyi döneriz. Cinnah’a açarız tamirhaneyi; sonra gelsin… Bu kazanları… Bolca bakır da bulduk mu… Sonra gelen parayı… Çırak da buluruz…” Anlatıyor da anlatıyor. “Ne gördün birader o bildiri de? Yıl 2008 olmuş. El âlem ‘google’ bulmuş, ‘youtube’ bulmuş, köşeyi dönmüş. Bizimkisi ‘banyo kazanı tamiri’ diyor. Tamirhaneyi de Cinnah’a açacakmışız. Cinnah’ta banyosu kazanlı evler olacak, o kazanlar bozulacak, biz de o kazanları tamir edip para kazanacağız; hem de köşeyi dönmecesine. Olmaz bu iş!” Elbette bunları söylemedim. Bunları söylesem “Yapınca görürsün.” derdi. Sonra uğraş dur. Böyle durumlarda çamura yatmaktan başka çarem kalmazdı. Şu “karanlıktan adam” mevzuunda da çamura yatmanın zamanı geldi diye düşündüm.

- Çay içmek istiyorum, dedim

Durdu. O da beni az çok tanıyordu artık. Çay içmek istiyorsam o çay içilmeden şuradan şuraya gitmeyeceğimi, hele hele karanlıktan adam falan yapmayacağımı biliyordu.

- Tamam, ilerideki simitçiler açılmıştır. İçeriz çay. İyi olur, evet.
- İstemem simitçi çayı.
- Ne varmış simitçi çayında?
- Çayında değil müziğinde… Çekemem şimdi o saçmalıkları.
- Bir kahveye gideriz. Kahve çayı içersin.
- Olmaz. Ben, Mehmet çayı istiyorum.
- Mehmet uyuyordur.
- Mehmet’e sorsan biz de uyuyoruzdur. Gecenin sonunda sokaktayız işte. Hem yolumuzun üstü. Evine yaklaşınca bir çağrı yaparız, cevap verirse uyumuyor demektir.
- Tamam, hem ben de Mehmet’le bir şey konuşacağım.

Herkesle konuşacak bir şeyi, herkese verecek efkârı, herkese kesecek ahkâmı vardır. Hiç ihtiyacı olmayan kişilere, hiç ihtiyaç duymayacakları konularda tavsiyelerde bulunur. İnsanları aptal yerine koyar. İnsanlar, yine de, mal bulmuş mağribi misali sarılırlar onun tavsiyelerine. Bazen de sarılmışlıktan gelirler.

Mehmet, çağrıya cevap vermedi. Penceresinden içeri baktık, ışık yok. “Uyumuş.” Ayakkabılarını dışarıda bırakmış.

- Hadi bir tekini saklayalım, dedi.
- Ne gereği var? Bütün gün botla gezecek sonra, boş ver.
- Ne var bir oyun oynasak?
- İlla oyun oynayacaksan benle oyna, karışma çocuğa.
- Tamam. Sen gözlerini kapat… Yok, yok, arkanı dön. Ben bu ayakkabıların bir tekini saklayacağım. Sen de bulacaksın.
- İyi, tamam. Hadi!

Çaresiz, arkamı döndüm, bekledim. Biraz sonra,

- Tamam, sakladım. Ben çamlığa doğru yürüyorum. Ayakkabıyı bulmadan gelme. Bak, sabah oldu olacak. Gecikirsen sensiz yaparım karanlıktan adamı, dedi; gitti.

Aradım, aradım yok. Ellerimi ceketimin ceplerine soktum. Salak salak bakınmaya devam ettim. İşin aslı biraz da merak ediyordum şu karanlıktan adamın neme nem bir şey olacağını. Sağ cebimde kâğıt, sol cebimde kalem. Ne bu kâğıt? Alışveriş fişi. Arkasına şunları yazdım:

“Memocan, ayakkabının teki kaybolmuş olabilir. Yarın, beraber arar, buluruz.”

Notu ayakkabının kalan tekinin içine koymak için kapının önüne geldim. Baktım, ayakkabının iki teki de yerinde. Hiç saklamamış ki hıyarağası! Ama hıyarlık ben de, insan oraya bakmaz mı?

Düştüm çamlık yoluna. Çamlık, bir kara derya… Şuradan girmiştir dediğim yerden girdim. Karanlıkta sarıçiçekler gördüm. “Sarıçiçek, sarartıyor dağları…” uzun havasını mırıldandım. Bir süre böylece yürüdüm. Biraz sonra, yirmi-otuz adım önümde, bankın birine oturur halde siluetini gördüm. Sigarasını ağzına götürdü. Ateş, karanlık yüzünü aydınlatır gibi oldu, zayıfladı. Yanına gittim. Yüzünde keyifli bir ifade vardı.

- Hani karanlıktan adam?
- Başka biri yapmış. Yanına bir tane de ben dikmeyeyim dedim. Yapmadım.
- Eee, o nerde?

Geldiğim yönü gösterdi.

- Şurada bir yerde olacak.
- Ben görmedim orada bir şey.
- Karanlıkta seçilmez.
- Birazdan güneş doğar, o zaman bakarım ben de.
- Güneş vurunca erir.

“Karanlıkta seçilmez, aydınlıkta bulunmaz… E, sen nasıl gördün peki?” diye sormadım. Nasıl olsa bir cevap bulurdu. Bu cevap muhtemelen abuk sabuk olurdu ve iyice sinirlerim bozulurdu.

- Eve gidelim bari, dedim.
- Tamam, dedi.

Çamların, köpeklerin ve artık aydınlanmaya başlamış karanlığın içinden, topuk kiralayan dükkânların içindeki evimize dönmeye yüz tuttuk, yürüdük.

“Bak,” dedi, “yarın fakültenin bahçesinde bir yeri çapalayalım; sarılı morlu çiçekler ekeriz.”

“Peki.” dedim.

Apdeytlere Maşallah!


Efendim bu köt Fergie'nin kötü. Black Eyed Peas'in I Got A Feeling adlı son son kliplerinden apardım. Klip gıcır, yuutuplara yeni düştü.

Repleri bekliyorum artık.

Lord Arthur Savile'in Suçu

Çokça başvurulan bir yöntem olmasına rağmen, döner bıçağıyla girişmek, girişmek hayallerimin hiçbirinde yer almamıştır. Dönere ilişkin adam dövme yöntemlerinden 'yarım ekmek dönerle adam dövme'yi hayal ettim hep. Döneri patadana suratına yapıştırdığımda, hasmımın omuzlarına doğru domates dilimlerinin, hıyar turşusu parçalarının ve az pişmiş tavuk derilerinin dağılışını görmek istedim. Bu beklenmeyen türden saldırıya karşı hasmımın ne gibi savunmalar üreteceğini tahmin etmeye ve muhtemel kontraatakları bertaraf etme yöntemleri geliştirmeye çalıştım. Aşağıdaki resimlerden birinde sol elinde boruyla poz veren kişiye bu saldırıyı gerçekleştirmek yönündeki arzumu tatmin dahi edemezsiniz.

Asıl diyeceğim neydi?
Hah, diğer yarısının kaderi ile ilgili kaygılar üretmekten elindeki yarım ekmek döneri yiyemeyen manyaklar tanıdım. O kadar değil ama ben de kendimi Oscar Wilde'a karşı biraz sorumlu hissediyorum. O oyun bitirilmeli.

porn for the blind

canhıraşın biri yapmış bunu. böylesi görülmedi.
http://www.pornfortheblind.org/

gelişken türkü denemeleri

bengü derim taş gibi olmuş
dostlar beni hatırlayınız
dürüm olmuş ayran gelmiş
dostlar beni hatırlayınız.

49 ay istiyorum













Yılbaşında gaz sızıntısından zehirlenen çocuklara müdahale etmek için önce sağlık ekipleri eve girdiler. Çocuklara müdahaleleri sonuç vermedi. Bu müdahale dahilinde çocukların kıyafetlerinin çıkarıldığı biliniyor. Kendileri soyunmuş olsalar ne olacak sanki. Sonra içeri bu(veysel karani demir - üstte sağda) ve beraberindeki belki başka davarlar girdiler. Bu dışarı çıkınca "yarı bellerine kadar çıplaktılar" dedi. Kesin ondan oldu imasıyla. Marmara depremi de içki içen subaylar yüzünden olmuştu zaten. Acaba orada şunun ağzının ortasına bi tane çakacak adam yok muydu diye çok düşündüm o günden sonra. Bugün adalete bu adamın suratına sağlam bir yumruk atma imkanı doğdu. Ölenlerin yakınları dava açtılar.

Buyrun tck'nın ilgili maddeleri:

"Kişinin hatırasına hakaret

madde 130. - (1) bir kimsenin öldükten sonra hatırasına en az üç kişiyle ihtilât ederek hakaret eden kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. ceza, hakaretin alenen işlenmesi hâlinde, altıda biri oranında artırılır. "

"zincirleme suç

madde 43. - (1) bir suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir. ancak bu ceza, dörtte birinden dörtte üçüne kadar artırılır. bir suçun temel şekli ile daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli şekilleri, aynı suç sayılır.

(2) aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi durumunda da, birinci fıkra hükmü uygulanır. "

Adamın biri de Roma'da gerçekleşen depremleri eşcinselliğe bağlıyordu. Cüstinyenmiydi neydi. üstte solda. Daha fotoğraf bile yokmuş o zaman. Onun davarlığını, sırf bu yüzden, bağışlıyorum..

Ricky Martin: Acımız Büyük

Stüdyo çıkışı rastladığımız Ricky Martin veya Cüneyt Arkın'a Michael Jakson'ın ölümü ile ilgili duygularını sorduk. Kılığıma baksanıza hıyarlar, dedi. Acımız büyük, dedi.


bana bir fotoşop öğretenin kırk yıl kölesi olurum.
bu resmin peşini bırakmayacağım. peşini bırakmayacağım bir şey daha var. o da az sonra!

19 Mayıs Ricky Martin'i anma bayramı

Eee, söze Ataürk'le başlamak lazım. Atatürk bu başlangıçta besmelenin bir adım gerisinde duruyor. Ama bu nasıl bir Atatürk'tür ya rabbim. Bu Cüneyt Arkın veya Ricky Martin'dir.

UŞAK'ta aile hekimliği yapacak 101 hekimin belirlenmesi için Atatürk Kültür Merkezi'nde düzenlenen kura töreninde salona asılan poster.