Yeni Öyküler 2 - A Dostlar

A DOSTLAR

"Dünyanın tuzu sizlersiniz;
fakat tuz tatsız olmuşsa, o ne ile tuzlanır?"
Matta 5. Bap

Aslı, pencereye yaklaştı. Dışarı baktı. Gri bir akşam vardı. Baba evinin dar mutfağında dikiliyordu. Annesi Perihan Hanım, ocağın başında; bir tencerenin kapağını açtı. Salça ve sarmısak kokulu bir buğu, soğuk pencerelerde su oldu. Pencereler... Pencere... Pencere...

Satırlarca, sayfalarca pencere yazmak istiyorum. Çeşit çeşit pencereler... Eğik harflerle, büyük harflerle, küçük harflerle; olmadı başka dillerle bir sürü pencere yazsam sanki biraz hava alacağım. Ne kadar çok pencere yazsam o kadar çok esecek kafamın içi. Birkaç yıl önce, serin bir akşam, kampüste, açık havada bir film izlemiştim. Filmde sihirli bir tebeşire sahip küçük bir kız vardı. Kız, duvara kapı çiziyordu, çizdiği kapı gerçek oluyordu. Kız, o kapılarla, kötü yaratıklardan kaçıyordu ya da bilinmedik dünyalara geçiyordu. Ah, şu mürekkebin kağıttaki izi genişliğinde çatlasa defter, çatlaklardan yüzüme rüzgar vursa. Böyle umarım ya, kız filmin sonunda ölüyordu. Ben nasıl kurtulurum. Pencere... Pencere... Yazmazsam öykü devam edemeyecek. Aslı, dar mutfakta dikilip kalacak. Yemekler pişmeyecek. Aslı ölmeyecek. Pencere... Pencere...

Perihan Hanım, bir kapağı daha kaldırdı. Bu kez tatsız tuzsuz bir tavuk çorbası buharı, mutfağa boşaldı. İşte Aslı'nın payı budur. Çocukluğundan beri, muhabbetin içkisizi, yemeğin salçasızı, mercimek köftesinin turşusuzu onun payıdır.

Yeni yeni yürümeye başladığı sıralarda ağabeyi intihar etmiş. Nedendir bilinmez, giderken yanına Aslı'yı da almak istemiş. İçtiği haplardan ona da içirmiş. Babaları Fahri Bey, unuttuğu bisiklet anahtarını almak için eve erken döndüğünde ağabeyi ile Aslı, halının üzerinde kıvranıyorlarmış. Buradan sonrası biraz karışık. Perihan Hanım'la Fahri Bey burdan sonrası üzerine hep tartışırlardı. Perihan Hanım, için için Fahri Bey'in oğullarını ölüme bıraktığını düşünür, ince ince bunu ima ederdi. Fahri Bey, oğlunu pek sevmezmiş. Ha unuttum, merhum, intihar ettiğinde on altı yaşındaydı. Neticede ağabeyi o gün ölmüş, Aslı kurtulmuş. Babası, "iki tane kolum var, ufaktır, daha zayıftır diye Aslı'yı kucağıma aldım, komşulara bağırdım, hastaneye koştum..." diye uzun uzun anlatır, kendini savunurdu. Perihan Hanım, avunmazdı. Öyle ki haybeye ölecek olan Aslı olduğu halde, bazen, ağabeyi kendisi yüzünden ölmüş gibi suçluluk duyardı.

Salçasız, tuzsuz, içkisiz, turşusuz ve mümkün olduğunca heyecansız bir hayata mahkum oluşu, ağabeyinin içirdiği hapların ve ölümden döndürülüşünün bebek midesini haşat etmesinden ötürü.

Ağabeyi öleli on altı yıl oldu.

İki akşam önce Aslı, dayanamadı, rakı içti. Biri de bir, bini de bir, dedi. İçti. İçti. Kustu.

Arkadaşları, ailesinden tembihli oldukları için içki içmesine izin vermiyorlardı. Sahile çıktı, hiç tanımadığı bir gruba yaklaştı, müsaade istedi yanlarına oturdu. Tanıştı. Onlara, o günün doğum günü olduğunu, ama arkadaşlarının hepsinin tatilde olduğunu ve bu durumun kendisini çok üzdüğünü anlattı. Öyle içten anlattı ki gençler, ona hep beraber bir yere gidip doğum gününü kutlamayı, teklif etmek zorunda kaldılar. Bir şartla kabul etti. İçkileri o ısmarlayacaktı.

İçti, kustu, evine bırakıldı. Evdekiler uyumuştu. Zar zor yatağına gitti. Midesine sancılar, rüyasına ağabeyi girdi. Otuzlu yaşlarının başındaydı. Yakışıklı bir adam olmuştu. Annesinin burnunu, babasının dudaklarını almış. Muhabbet ettiler. Aslı, huyunun aksine, hiç ters konuşmadı. Bir keresinde okulda bir arkadaşına, bir çocuk musallat olmuştu. Kızın ağabeyi, okula gelmiş, çocuğu sıkıştırmış, "bir daha bu kızın üzerine gölgen düşerse seni çöp kutusuna atar yakarım" demiş, çocuk ciddiye almayınca da bir hafta sonra dediğini yapmıştı. Aslı'nın ağabeyi Aslı'yı öldüreyazmış. Olsun, dedi; hiç sitem etmedi. Okuldan, derslerden, kitaplardan, şarkılardan bahsettiler. Ağabey kardeş gibi... Ağabeyi bir ara aynaya baktı. "Yaşasam amma yakışıklı olacakmışım ha kız?" diye sordu. Aslı güldü. Sabaha karşı midesinde sancılarla uyandı. Birinin, elini karnına sokup midesini çekiştirdiğini hissediyordu. Fahri Bey, Aslı'yı derhal hastaneye götürdü. Ağrı kesiciler vuruldu. Tahliller yapıldı... Perihan Hanım'ın, yemekleri tabaklara dağıtırken söyleyecekleri bu tahliller üzerinedir:

- Miden çok fenaymış kızım. Kanın zehirleniyormuş. Hastaneye yatmazsan iki günden fazla yaşamazmışsın.
- Yatarsam?
- Bir ay, belki.
- Yatmazsam yarın akşam ölürüm yani?
- Kızım... Güveç koyayım mı sana?
- Tavuk istiyorum.
- Hastaneye yat kızım.

Yatmadı. Ertesi günün ikindi vakti, şehrin ortasında bir parka oturdu. Gelip geçenleri izledi. Sonra köyden arkadaşı Mehmet geldi. Mehmet'e, kendisini nasıl bulduğunu sormadı. Mehmet, Aslı'nın ilk arkadaşıdır. Çok eski arkadaşı... "Kokumu takip etmiştir" diye düşündü. Mehmet, Aslı'nın yanına oturdu, ağladı. Aslı şakalar yaptı. Dalga geçti. "Yaşıyor muyuz sanki be Mehmetçik!" dedi. Oturdular, gelip geçen hastalıksız insanları seyrettiler. Ne sıkıcıydı. Yahu, dedi Aslı, sahile çıkalım; ama bana yardım et, midem fena. Mehmet, Aslı'yı koltuğunun altına sıkıştırdı. Sahile çıktılar. Mehmet, oturalım mı, dedi. Yorulduysan oturalım, dedi Aslı. Mehmet, yok, dedi, sen yorulmuşsundur diye söyledim yoksa ben seni ölene kadar taşırım. Sen de pek tebelmişsin, dedi Aslı. Mehmet, bu zoraki espriyi anlamadı. Anlamamasını çok beğendi Aslı. Mehmet ne güzel çocuktur. Sahil kenarında Mehmet'le kucak kucağa yürüdüler. Ölmeden bunu yapabildi.

Belediye çay bahçesinin arkasında bir kulübe vardır. Kapısında "İskenderun Engelliler Spor Kulübü" yazar. Kahramanlarımız, bu kulübenin önünden geçiyorlardı ki içerden bir adamın "kimse yok mu, bir yardım edin, kimse duymuyor mu" diye bağırdığını işittiler. Ses, kulübenin, harita metod defteri büyüklüğündeki penceresinden geliyordu. Kapı açıktı. İçeri girdiler. İçeride tekerlekli sandalyede oturan bir adam vardı. Başka da kimse yoktu. Adamın elleri ve ayakları yoktu. Vücudu bileklerinde sona eriyordu. Pardon, dedi, şu çubuk krakeri açamıyorum. Açıp önüme koyar mısınız? Mehmet, paketi açıp adamın önündeki masaya koydu. Adam, kafasıyla onlara bir ikram hareketi yaptı. Ellerinin varlığından mahcubiyet duymuş olacaklar ki kafalarıyla reddettiler. Adam zar zor masanın üzerine eğildi. Dilini paketin içine soktu. Krakerlerden birini çekti. Dudaklarının arasına sıkıştırdı. Sigara gibi ha, dedi. Güldü. Krakeri, ağzının içine dudakları ile itti. Mehmet kraker paketini aldı. Hiçbir şey demeden adama yedirmeye başladı. Adam itiraz etmedi. Bir yandan yedi bir yandan anlattı:

"Kılığıma kıyafetime bakan, haliyle, itibar etmez. Ama benim bu halim yenidir. Bu sene Hacettepe Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun oldum. İngilizce İktisat... İyi de bir dereceyle... İşte bu dereceye güvenerek Boğaziçi Üniversitesi'ne yüksek lisans başvurusu yapmaya karar verdim. İstanbul'a giderken bir kaza geçirdik. Beni Ankara'da hastaneye yatırdılar. Ellerim ayaklarım orada gitti. Sonra arkadaşlarım gittiler. Sevgilim... Elsiz ayaksız hastanede yatarken bir mesajla ayrıldı benden. Mesajı bana okuyan arkadaşım da iki gün sonra gitti. Sonra ailem beni memlekete getirdi. Yemek yiyemiyorum, tuvalete gidemiyorum... Bir ay dayandılar bokuma, sidiğime, bıktılar. Bıkacaklarını biliyordum. Daha doğduğum gün biliyordum bıkacaklarını. Ama keşke biraz daha bekleselerdi. Çünkü ellerim ayaklarım çıkacak. İnanıyorum. İçerde bir şeyler oluyor, hissediyorum. Çıkacaklar." Bunları arada bir Aslı'ya da bakarak aslında Mehmet'e anlattı. Mehmet, adın ne, diye sordu. Asım, dedi. Eee sonra Asım, dedi Mehmet. Asım devam etti: "Babam, sana iş buldum, dedi. Beni bu tekerlekli sandalyeye koydu. Buraya getirdi. Burada kalacak, burayı çekip çevirecekmişim. Baba, dedim, elim yok, ayağım yok, nasıl ederim? Yeter, dedi babam, bahane istemez. İşte böyle buraya bıraktı. Geçen gün, ağabeyimle yengem geldi. Çocukları olmuş. Bana bir kutu yemesi kolay malzeme bıraktılar, işte şurada. Onlardan yiyorum. Onu da sesimi duyanların yardımıyla... Kapıda yazana da bakmayın. Burada ne spor var ne de benden başka adam. Böyle spor kulübü mü olur? Şu kulübenin durumuna bak a'bi, Van Gogh resminde gibiyim."

Aslı'nın mide ağrısı dayanılmaz olmuştu.
- Ben biraz hava almaya çıkacağım, Mehmet, dedi.
- Dur yardım edeyim, kalkma dur.
- Kalkarım ben, iyiyim, dedi, sen Asım'a yardım et.

Aslı, Asım'ın her kraker paketi açana -yani belki de her gün- hikayesini anlatmak zorunda olduğunu fark etti. İktisat Fakültesini, iyi bir dereceyle, insan, itibar için bitirirdi ve Asım'ın kılığına bakan ona hakikaten itibar etmezdi. Asım da bunu bilirdi. İtibara şayan olduğunu kendisini gören herkese anlatırdı. Van Gogh benzetmesini herkese söylerdi.

On adım yürüdü yürümedi, dizlerinin bağı çözüldü. Yere düştü. Asım demeseydi unutacaktı. Öyle ya, bir aydır aramıyor olsa da, onun da bir sevgilisi vardı. Onunla konuşmak istedi. Bunca zaman sonra arayıp, ben ölüyorum, demekte bir anlam bulamadı, vazgeçti. Karnı patlayacak gibiydi. Acı dayanılmaz olmuştu. Kafasını taşlara vuruyordu. Ölüyordu. Taşları daha az hissetmeye başladı. Geri kalanları bir yana Aslı hep dokunma duyusunu sevmiştir. Hem de aklını kaçıracak kadar... İnsanların dokunmasını değil sadece, denize girdiğinde suyun göbeğine dokunmasını sevdi mesela. Arabanın penceresinden uzattığı koluna rüzgarın dokunmasını sevdi. Öyle ki çok uzun yolculuklar, sırf bu zevkle, kısalırdı. Çıplak ayakla tahta evlerde yürüdü. Misafirdi bu evlerde, ev sahipleri keyfine anlam veremediler. Aslı, hayatı bütün biçimleriyle yaşamak istiyordu. Bir gün balık olarak, diğer gün ağaç, kedi, kuş, solucan... Bunu, olacak bir şeymiş gibi istiyordu hem de. Şöyle anlatayım: Fahri Bey, her hafta sayısal loto oynar. Üç tutturduğu bile çok nadirdir. Perihan Hanım, olan üç kuruş parasını da gidip lotoda batırmasına kızar. Fahri Bey onu duymaz bile, her Pazar günü yıkılmış olur. Karısı üç kuruş paraya üzülür, o, her seferinde milyonlarını kaybetmiş gibi yıkılır. Aslı'nınki de aynı hesap... İskeleden denize atlarken havada dilerdi, denize girer girmez bir orkinosa dönüşmeyi. Orkinos olarak dünyayı hissetmek, bir orkinos olarak dokunulmak isterdi. Allahım, derdi, kim bilir nasıl bir şeydir. Suların kuyruğuna, yüzgeçlerine dokunmasını düşlerdi. Bu ne bilinmez bir histi. O bunu nasıl özlerdi. Bazen bahçede uyurdu: Ah bir fidan olarak uyanır mıyım, diyip. Rüzgar yapraklarını titrettiğinde acaba o bunu nasıl hissederdi? Hele şu kim bilir ne güzel bir histir: kedi olup halılara taksa tırnaklarını... Düşünürdü: Kediler okşanınca hırlıyorlar, biz hırlamıyoruz. Demek ki, derdi, kediler başka bir haz alıyorlar bundan. Birkaç gün de kedi olmalı. Of hele uçmak ne güzel şeydir.

Asım, Mehmet'in de yardımıyla, tavandaki avize kancasına bir ip bağladı. İpin ucunu düğüm edip boynuna geçirdi. Mehmet'ten dışarı çıkmasını istedi. Çıkınca da kendini tekerlekli sandalyesinden attı. Mehmet'e, bunu, ellerini ve ayaklarını çıkmaya zorlamak için yapacağını söylemiş, Mehmet anlamamış ama kabul etmişti. Asım, bir süre havada elsiz ve ayaksız çırpındı. Tavandaki kanca yerinden çıkınca yere düştü. Bu arada Mehmet, bilincini çoktan yitirmişken, Aslı'nın ölüşünü izliyordu. Düğüm sıkışmış, Asım'ın boynuna oturmuştu. Elleri olsaydı ah, çıkıverseydi elleri. Van Gogh kulübesinde adam, hırıltılar çıkararak, patırdaya patırdaya can verdi. Aslı, son nefesinde bir kez "Anne" diyebildi.

Sigara Yasağına Karşı

Hepimiz öleceğiz, siz bizden bir 20 - 30 yıl daha fazla yaşayın e mi. İsterseniz 50 yıl, 100 yıl yaşayın, gocunmam, zaten o sırada gocunacak yerlerimi kemiren kurtlar beni bir çiçeğe (hassiktir lan gavat) dönüştürmüş olacak, acele ederseniz o çiçeğe konma olasılığınız olur, emersiniz inceden ve lüleden. Oh ya, şimdi sırada reklamlar var. Cezası neyse çekeriz. Britniy Spiırs'la ilgili bir duygum yok, kendisini çok fazla tanımam, merhaba - merhaba; ama öğrendiğim kadarıyla epeyce külliyetli bir hayvan kitlesi varmış. Ben şimdibu hayran kitlesini şu görüntü ile sigaraya alıştıracağım.

Zehir zıkkım olsun, bırak şu "Marlboro Lights" meredini
Yoksa gebereceksin, cahil, pis tiryaki Spears'lardan Britney!

Yeni Öyküler 1 - Güzel İzmir

GÜZEL İZMİR
“A’biler, geçen gün, liman kapısında nöbetteyim. Hafta sonu, gelen giden çok az… Karşı yoldan bir kadın girişe doğru hırsla geldi. Kocaman şapkası, kocaman güneş gözlükleri var. Üzerinde pijama gibi bir elbise… Deli sandım.
- Hop, nereye gidiyo’n lan, dedim.
- Buranın yetkilisi kim? Şikâyete geldim şikâyete, dedi.
Baktım konuşması düzgün; deli değil de zengin galiba, diye düşündüm. Sonra dedim ki, kendi kendime, ulan hep fakir deli olacak değil ya bu da zengin delidir.
- Ne istiyorsun, dedim.
- Şikâyet edeceğim. Yetkili yok mu, dedi.
- Bugün buranın yetkilisi de patronu da çaycısı da benim, dedim. De bakim, neymiş şikâyetin?
Gözlüklerini çıkardı. Bir baktım Şenay D… Var ya şu ünlü şey… Neydi ki bu kadın? Eee, ünlü şey… Ünlü işte ya… Ünlü. Bana baktı, baktı:
- Ben, şu karşıdaki (…) Tower’ın on altıncı katında oturuyorum. Dün akşamüzeri limandaki gemilerden birinin bacasından bir duman çıktı. Aman Allah’ım, kapkara bir şey. İzmir’i dumana boğdu. Ev-Ka taraflarını, Karşıyaka’yı göremez oldum.
- Eee, dedim.
- Bakın, eee, diyorsunuz. Eee, demeyelim. Güzel İzmir’imizi mahvediyorlar. İzmir sevilesi bir yer. Koruyalım İzmir’i, dedi.
- Valla haklısın, dedim. Hani ben de şu karşıdaki (…) Tower’ın on altıncı katında, ne on altısı ikinci katında otursam ben de İzmir’i severim. Bayılırım İzmir’e. İzmir gibi güzel yer var mı, o zaman. Ama ben şu karşıdaki işletme binasının kazan dairesinde yaşıyorum. Yirmi yedi aydır. Yirmi yedi ayın her günü İzmir’den ayrı ayrı tiksindim.
- Lütfen böyle demeyin, dedi, İzmir hepimizin.
- Tamam, dedim, tamam. Şikâyetini bak buraya yazıyorum. Bak, günlük raporuma yazdım. “Gemiler çok duman çıkarıyor, İzmir’i kirletiyorlar, diye bir şikâyet alındı.” Ama ben sana bir şey diyeyim mi?
Hakikaten işine yarayacak bir şey diyeceğimden emin, gözlerini gözlerime dikti:
- Evet?
- O, dün akşam, kapkara dumanıyla Güzel İzmir’i zehirleyen geminin sahibi var ya…
- Evet?
- O da büyük ihtimalle şu karşıdaki (…) Tower’ın on yedinci on sekizinci katında falan oturuyordur. Yani, senden en fazla iki üç kat yukarıdadır. On altı kat aşağı inip benim gibi davarla muhatap olacağına, iki kat yukarı çıkıp armatör adamla muhabbet et. Yapmayın efendim, de. Şöyle entelektüel, böyle Güzel İzmirli anlat derdini. Hem, bak hele, sen böyle on altı kat aşağı iner şikâyetini söylersin, ben seni dinlerim. Ama ben on sekiz kat yukarı çıkıp “sizden şikâyet var” dersem. Beni on sekizinci kattan sallandırırlar. İşte o zaman tersten görürüm Güzel İzmir’i.”
Fahri anlattıkça, İzmir Limanı işletme binasının kazan dairesinde yaşayan on dört adam, keyifleniyor, çay karıştırıyor, kahkaha atıyordu. Sanki intikamları alınmıştı. Rahatlıyorlardı. Burası, tek ve küçücük penceresinden içeriye liman ambarlarındaki bitlerin tembel tembel uçtuğu, yirmi beş otuz metrekarelik bir odaydı. On dört güvenlik görevlisi, yirmi yedi aydır ha çıktı ha çıkacak durumdaki tayinlerini bekliyorlardı. Ne memleketlerine dönebiliyor, ne adam gibi İzmir’e yerleşebiliyorlardı.
Ben ilk olarak Fahri ile tanıştım. Konak İskelesi’nin yanında bir kahvede oturmuş gelen geçeni izliyordum. Kalabalık bir akşamüstü… Bütün masalar doluydu. Uzun boylu, zayıf, gerçek yaşından hayli ihtiyar göründüğünü yaşını bilmeden de fark edebileceğiniz bir adam, karşıma dikildi:
- Oturacak yer yok da… Siz de teksiniz… Masanıza oturabilir miyim? Bir çay içip kalkacağım zaten, dedi.
- Tabii, buyurun, dedim.
Önümüzde ne gazete ne kitap, hiçbir oyalantı olmadığından biraz gergin bir susuş yaşadık. Sonra o dayanamadı:
- Benim adım Fahri, dedi.
- Memnun oldum, ben de Furkan.
- Fahri işte…
- Evet.
- Hani derler ya fahri doktor, fahri üye… Öyle. Kolpa, dandik yani.
- Estağfurullah, dedim.
Fahri, dolmuşmuş meğer. Anlattı da anlattı. İzmir’den önce Mersin’de on iki yıl çalışmış. Evlenmiş, ev almış. Yerleşmiş. Üç tane kızı varmış. Melek gibi çocuklarmış. Fotoğraflarını da gösterdi.
- Zeynep daha çok küçük, onun fotoğrafı yok. Çekmedik daha.
- Çok güzel çocuklar, maşallah.
- Küstüler şimdi bana, telefona gelmiyorlar. Anneleri zorla tutuşturuyor ellerine, yalvarıyorum, cık, konuşmuyorlar.
- Niye?
- Geçen gün bana, internet kafeye git de kameralı konuşalım babacığım, dediler. Gittim, konuştuk. Öyle daha kötü, çok kötü oldum. Karşında görüyorsun, gidemiyorsun, dokunamıyorsun. Bir de internet kafe rahatsız bir yer. Konuşamıyordum. Sizi seviyorum, yazarken utanıyor, sağa sola bakıyordum, okuyan var mı, diye. Sağımda solumda neler oluyordu, neler. Az sonra dımdızlak adamların harala gürele sevişecekleri ekrana, el kadar kızlarımın görüntüsünün yansıması da beni ayrı bir sinir ediyordu. Şimdi sen manyaklık bu diyeceksin. Doğrudur, insan çok özleyince manyaklaşıyor demek ki.
- E, niye küstüler?
- Ha, onu anlatıyordum. İnternet kafeye gittiğim günün akşamı sıkıntıdan uyuyamadım. Ağladım. Bir de ben yurt gibi bir yerde kalıyorum şimdi. Ağlayamıyorsun da kalabalığın içinde. Kızlar, ertesi günü, baba yine internet kafeye gitsene, diye mızmızlandılar. Gitmedim. Küstüler. Konuşmuyorlar.
Boşlar gitti; dolular geldi. Fahri anlattı. Mersin’deki günleri. Karısını, çocuklarını, İzmir’e nakledilişini… Bir yerde, yahu Fahri, dedim, ben azıcık hukuk bilirim. Sizin bu nakil işi kanuna aykırı olmuş. Şikâyet etseydiniz ya.
- Doğru diyorsun, dedi. Şikâyet etseydik nakil iptal olurmuş. Süreyi kaçırmışız. Gençken bu memleketin insanı koyun, nereye sürsen oraya gider, derdim. Ben de farklı değilmişim. Sonradan açtık bir dava. Açmaz olaydık. Danıştay’da o daireden o daireye dönüyor. İptal kararı ha çıktı ha çıkacak diye buraya da yerleşemiyoruz. Gerçi ben biliyorum, evi buraya taşıdığım gün, o iptal kararı çıkar. Taşımadan da çıkmaz gavur. Doğru, altmış gün içerisinde itiraz etseydim, beni geri Mersin’e paşa paşa göndereceklerdi. Etmedim. Cehalet… Bakma üniversite de okudum, anayasa hukuku, şu hukuku, bu hukuku gördüm. Sekiz yılda da olsa, bir açık öğretim kamu yönetimi diploması aldım. Gerçi bana kendini yönettirecek kamunun ben ta…
Fahri peştamalın kenarından okkalısından bir küfür savurdu. Utandı. Bana baktı:
- Mersin’de aile babasıydım, burada serseri oldum. Kusura bakma, dedi.
- Canını sıkma, ben de az serseri değilim bu aralar.
Benim bozulmadığımı görünce Fahri rahatladı, devam etti. Artık anasına, avradına, Allah’ına, kitabına söverek anlatıyordu. Beşer tane çay içmiştik herhalde. İnsan çay sarhoşu da olurmuş. Üniversiteden, derslerden falan bahsederken Fahri birden gürledi:
- Ben bu ÖSS’ye de karşıyım arkadaş!
- Hayda, niye be Fahri?
- Herkese aynı soruları soruyorlar.
- E, ne olacaktı?
- A’biciğim, ben liseyi Abdo Dayı’nın tay ..ktiği yerde okudum, öbür adam kolej mezunu. Adam, liseyi bitirdiğinde en az üç yabancı dili şakır halde; ben Türkçeyi zor konuşuyorum. Hani derler ya, derdimi anlatabilecek kadar İngilizce biliyorum, diye. Ben işte anadilimi o kadar biliyorum. Nidelim ki şimdiki dertlerimi anlatmaya Türkçem de yetmiyor. Sonra getirip aynı soru kitapçığını önümüze koyuyorlar. Ulan, tabii ki o benden çok bilecek, tabii ki o benden hızlı çözecek! Dur aklından geçeni söyleyeyim, doğrudur, bizim gibi çocukların da iyi bir üniversitede okuması mümkün tabii. Oluyordur. Olmuştur. Ama hep mucize gibidir, a’biciğim. Televizyona çıkarırlar o çocuğu. Anası babası ağlar. Çünkü bu çocukların her başarısı dramatiktir, oğlum. Çocuk bile, o, çocuk aklıyla bilir, aslında kendisine ayrılan payın elindeki olmadığını. Dünyanın kendisine vermeyi düşündüğünden fazlasını zorlayarak almıştır. Bütün dünyayla mücadele etmiştir, Final dergisinin, Güven-der yayınlarının, kitapların, testlerin arasında. Ama hayat, mücadele değildir, a’biciğim. Mücadele olmasın hayat. Ben hiç sevmem mücadeleyi. Hem böyle mücadeleyle gelen galibiyet insanı mutlu etmez, hırslandırır. Hırs, ne berbat bir şeydir, a’biciğim.
Bu sözlerin birazını o söyledi, birazını ben söyledim. Ayrı ayrı konuşma çizgileri açma gereği görmedim. İşin aslı, birbirlerine serçe parmaklarını verip masamızın üzerinde dönen sözlerimizi nereden böleceğimi bilemedim.
Konuştuk, güldük, sustuk. Sonra Fahri, gel seni limana, kaldığımız yere götüreyim, arkadaşlarla tanıştırayım. Onların da fahriliği benimkinden az değildir, dedi. Çayları ödedik, çıktık. Yürümeye başladık. İzmir, göğsünü, sarı tüylü, esmer kollarıyla, serin bir çarşafa sıkıştırmış, ertesi sabah yapacağı hinlikleri planlayan şımarık bir kız çocuğu gibi uzanıyordu. Yatıyordu ya gözleri cin gibiydi. Uyumasına daha baya vardı. Yürüdük. Fahri çok uzun süre susamıyordu:
- Bazen delirecek gibi oluyorum. Vereyim istifamı diyorum. Sonra çocuklarım geliyor gözümün önüne. Zar zor bir kapıya girmişiz, sabret, diyorum. Zaten bu işe taklayla girdim. Öyle bakma, hakkımdı. Ancak hakkımı bile taklayla alabildim.
- Nasıl yani?
- Ben bu işe girdiğim zaman KPSS falan yoktu. Her kurum ayrı sınav açıyordu. TCDD Altıncı Bölge Müdürlüğü, güvenlik görevlisi alacakmış, dediler. A’bim, şu sınava gir yoksa sen bu hımbıllıkla aç kalırsın, dedi. Girdim. Beş kişi alınacak, bin kişi başvurmuş, birinci oldum. Bininci değil ha birinci… Benden sonraki beş kişiyi aldılar, beni almadılar.
- Nasıl almazlar?
- Almazlar a’biciğim, benim adım Fahri.
- Doğru ya. E, nasıl girdin?
- Önce mücadele ettim. Osmaniye’de oturuyoruz. Haftada bir Mersin’e gidiyordum. Beni işe alın, diyordum. Her gitmeme, bir hafta sonra gel, senin şu kâğıt eksik, onu da al, diyorlardı. Evrak eksiği bitmiyordu. İlmühaberler, fotoğraflar, sağlık raporu, sabıka kaydı, cart kaydı, curt kaydı… Yol parası da bana kayıyordu tabii. Haftalarca evrak götürdüm. Sonra bir gidişimde, yine, haftaya gel, dediler. Ne eksik, ne getireyim, dedim. Bir şey getirme, sen şimdi git, haftaya gel dediler.
- Hayda!
- Adamlara da hak vermek lazım… Var olan bütün evrak türlerinden bir asıl, iki aslına uygun, beş suret getirmişim. İstenecek anamın nikâhından başka bir şey kalmamış. Onu da istemeye terbiyesizlikleri yetmemiş olacak. Eve döndüm. Memlekette bir hafta dolandım. Rüşvet versem dedim, para bulamadım. Araya adam soksam… Kimi sokacaksın? Tanıdığım herkes fahri. Hepsi, zamanında, Abdo Dayı’nın tayına bir kez olsun hallenmiştir. Hallenmese de gönlü kaymıştır. Gerçi ne eşekçiler başımıza adam oldu ya benim tanıdığım yoktu. Bir hafta geçti gitti. Elde hiçbir şey yok. Mersin otobüsüne bindim. İyi, dedim, gidip o personel işleri şefini döverim, hiç olmazsa biraz keyfim yerine gelir. Mersin’e vardık. Otobüsten indim. O zaman seçim zamanı… İstasyona doğru yürürken (…) Partisi bilmem ne adayı Bilmemkim Bilmemneoğlu’nun seçim bürosunu gördüm. Kafamda bir elektrik çaktı. Lan Fahri, dedim, mücadeleyle olmadı, dayakla da olmaz, gel biz senle bir takla atmaya çalışalım. Tamam mı? Tamam. Adamın adını, soyadını, adresini bir kâğıda yazdım, kâğıdı cebime koydum. İstasyona vardım. Sen, personel işleri şefini bir döversin. On dakikaya kalmadı, ambulanslı polisli bir maceradan sonra kendimi nezarette buldum. Tabii polisten iade-i dayağımı da fazlasıyla aldım. Polis, yorulup beni bırakınca, “a’bi, tamam” dedim. “Bir daha Mersin’e adımımı atmam. Ama eve gidecek yol param yok. Şu adreste benim dayım oturur. Nerdedir ben bilmiyorum? Beni oraya götürün, bir yol parası alayım.” Polis elimden kâğıdı aldı. Güldü. Şimdi bu adam senin dayın mı, dedi. Dayım a’bi, dedim, annemin ağabeyi. Polis, gel gidelim bakalım, dedi. Yalancı çıkarsam da ne yapacağını net olarak anlattı. Bana inanmadı ama her ihtimale karşı ağzımın yüzümün kanını temizledi. Yara bandı falan yapıştırdı. Seçim bürosuna vardık. Kapıdaki resme iyice baktım. Gider yanlış adama sarılırım da ağzıma sıçarlar, diye çok korktum. Neyse ki fazla kalabalık kalmamıştı. “Dayımı” hemen buldum. Aşkla eline atıldım, üç kere öptüm. Dayıcığım nasılsın, dedim, anamın babamın hep selamı var. Bütün köy sana duacı dedim. Göbeği ileri, ensesi geri bir adamdı dayım. Vay yeğenim, otur, dedi. Yeğenime bir çay getirin, dedi.
- Nasıl ya?
- Nasılı var mı! Adam, bir hafta sonra seçime girecek kardeş. O ara kim ona dayı dese o da yeğenim diye sarılacak elbet. Millet, dayı desin diye ölüyor adam. Oturdum, çay getirdiler. Dayımla muhabbete başladık. Anamı babamı, köylüyü sordu. Bizimkiler yeni hacı oldular Allahın izniyle, hep senin için dua ediyorlar dayı, dedim. Allah razı olsun, inşallah mübarek ağızların duaları kabul olacak yeğenim, dedi. Amin! dedim. Yüzüme gözüme ne olduğunu sordu. Polise şöyle bir baktım. Bembeyaz olmuş. Köpek kovaladı da düştüm, dedim. Bu memur bey sağ olsun, yardım etti, pansuman ettirdi, dedim. Aman yeğenim, kendine dikkat et, sen bize lazımsın, dedi. Polise teşekkür etti. Kahramanlığından ötürü kendisini tebrik etti. Polis yutkundu, kulağıma eğildi: aman para isteme, dedi. Olur mu ya, yol param yok, dedim. Hâlbuki para istesem belki de foyam ortaya çıkardı ama naz yapıyordum. Polis taklayı yemişti bir kere. Ben sana para veririm, ondan isteme ayıp olur, harçlık da veririm, çorba içer tantuni yersin, dedi. Dayımla vedalaştım. Öpüştüm. Çok çok selam yükledi. Dualarını eksik etmesinler, sen de bir ihtiyacın olursa gel beni bul, dedi. Polisten para aldım. En yağlısından bir buçuk tantuni yedim. Otobüse bindim eve döndüm. Beklediğim gibi, iki gün sonra personel işlerinden bir kağıt geldi. Gel, pazartesi işe başla, yazıyor. Yanisi şu ki, o polis, istasyonu da arayıp nasıl bir belaya bulaştıklarını anlatmış, sağ olsun. İşte böylece işe girdim.
- Fahri, sen bambaşka bir adammışsın be!
- Yaa, kafam çalışır aslında. Mesela ilkokuldan sonra Robert Koleji’ni yüzde yetmiş bursla kazandım.
- Hadi canım, gittin mi? Gitmedin. Niye gitmedin peki? Paran mı yoktu?
- Yok, babam da maşallah para vardı. Biz, çok görmedik ama sağa sola dağıtacak kadar vardı. Lakin babam, bu yaşta yatılı okula gidersen ibne ederler seni, dedi. Göndermedi.
- Yok be!
- Valla öyle. İbne olmadık da ne oldu, hesabı var mı sanki şimdi yediğimiz… te Allah’ım. Neyse, bak bizim malikâne burası.
Liman İşletme Müdürlüğü binasını gösterdi. Yürüdük. Binaya girdik. Kapıdaki güvenlik görevlilerine selam verdik. Alt kata indik. Boruların, kazanların, hortumların, farelerin yanından, karanlık bir koridordan geçtik. Bir odaya girdik. Burası, tek ve küçücük penceresinden içeriye liman ambarlarındaki bitlerin tembel tembel uçtuğu, yirmi beş otuz metrekarelik bir odaydı.

İntertoto'dan yaylım ateşi: “Hıncal deve gibi kincidir”


İşte beklenen haber, işte merak edilen adamla ilgili ilk bilgiler…
Göreve başlar başlamaz efsane olan profesyonel Sabri İntertoto, ilk röportajını malaanlatırgibianlat’a verdi. Meslek aşığının ağzından ilk kez duyacağınız ve Türkiye’de gündemi değiştirecek çok önemli açıklamalar camianın gözü kulağı olan malanlatırgibianlat farkıyla!


Sayın İntertoto, geldiğiniz günden beri hakkınızda çok konuşuluyor, hatta camiada ciddi bir bölünmeye yol açtınız. O kadarki, aralarından su sızmayan Haşmet Babaoğlu ve Hıncal Uluç sizin yüzünüzden karşı karşıya geldi. Neden bu kadar tartışılıyorsunuz?
Beklentiler fazla olabilir. Hıncal beni yaşlı buluyor, Haşmet ise gönül adamı olduğumu biliyor. Haşmet’le eskiden tanışırız, o sebeple beni iyi tanıyor, neler yapabileceğimi, buraya neler kazandırabileceğimi biliyor. Ancak Hıncal farklı tabi… Biliyorsunuz onun goygoyculuğu da vardır biraz…

Goygoyculuk derken neyi kastediyorsunuz? Yılların gazetecisi Hıncal Uluç neden böyle bir şey yapsın ki?
Hıncal iyidir, hoştur, şendir, gıdaktır. Ama kıskançtır. Ve de kincidir. Deve gibidir. Hiçbir şeyi unutmaz, affetmez. Hıncal’la biz gıyaben tanışıyoruz. Bir ara medyaya da yansımış bir svithart olayı vardır onun.

Manken Ece Gürsel’i diyorsunuz?
Evet. Biz Ece’yle bir dönem çıktık. Aslına bakarsan, onlar Hıncal’la ayrıldıktan sonra çıktık ama Hıncal bunu bir türlü yediremedi. Şimdi, kızın olgun erkeklere ilgisi olduğu biliniyor. Hıncal’dan olaylı şekilde ayrılıp, o zaman bir de operasyon geçirmişti Hıncal, benimle birlikte olmaya başlayınca Hıncal bunu gurur meselesi yaptı. Sağda solda konuşmuş hakkımda. Kulağıma geldi tabi bunlar, ama bana yakışmaz diye ses çıkartmadım. Sonuçta kız mevzusu yüzünden milletin ağzına laf verecek adam değiliz.

Yani size göre Hıncal Uluç’un size takmış olmasının sebebi kız arkadaşını elinden almanız mı?
Ben öyle bir şey demedim, bak o lafı sen söylüyorsun. Sonra bizi polemiğin ortasına atma. Ben bir profesyonelim. Kızla çıkmaya başladığımızda onlar zaten ayrılmışlardı. Ha, öncesinde tanışıyorduk zaten Ece’yle ama arkadaştık, aramızda bir şey yoktu. Birkaç kere Lola Beach’te kumsalda arkadaş grubuyla gitar çalıp bira içmişliğimiz vardı ama aramızda bir şey olmadı.

Peki Hıncal Bey olayı niye buraya getirdi?
Onu ona soracaksın genç arkadaşım. Hıncal operasyon geçirdikten sonra kız ondan ayrıldı. Birkaç hafta sonra “Dabbe”nin galasında karşılaştık. Hıncal’la ayrıydılar ama birlikte gelmişlerdi. Hani ameliyat falan, adam yaşlı, kız acımış herhalde. Neyse, o zaman Hıncal’la da merhabalaştık. Galadan sonra Ece’yle biraz sohbet edince biz, Hıncal galiba gerildi. Ben olay çıkmasın diye, izin isteyip ayrıldım kokteylden. O geceden bir hafta sonraydı galiba, bir baktım tanımadığım bir numaradan mesaj. Aradım, Ece’ymiş.

Telefon numaranız vardı yani Ece Hanım’da…
E güzelim sonuçta ben profesyonelim. Camianın tamamında numaram var. Arayanın Ece olduğunu öğrenince nasıl yardımcı olabileceğimi sordum, o da Paper Moon’daki bir partiye davetli olduğunu, kavalyesi olmak isteyip istemeyeceğimi sordu.

Hıncal Bey’le niye gitmiyormuş?
Yavrum dedim ya ayrıldılardı diye. Herhalde işi uzatmak istemedi. Ben zaten sorgulamam öyle. Kadına fazla sormayacaksın. Gelir misin dedi, gelirim dedim. Zaten Billur Kalkavan’la buluşacaktım, o da hayatta kaçırmaz Paper Moon partilerini. Nasılsa ordadır diye tamam dedim.

Sonra ne oldu?
Ya işte, parti ortamı, müzik, dans, ışıklar, içki derken bizim aramızda bir yakınlaşma oldu. Partiden çıkıp Bebek Çorbacısı’na gittik. Hatta Bülent Ersoy’la Oya Aydoğan da ordaydı, Bülent bumbar dolması yiyordu. Selamlaştık, biraz sohbet ettik, çorbamızı içtik. Vedalaşıp eve gittik.

Hıncal Bey ilişkinizi ne zaman duymuş?
Şimdi, divanın ağzı torba değil ki büzesin. Bülent sağ olsun, Hıncal’ı arayıp sormuş, “ayol senin kızı gördüm, hayırdır ayrıldınız mı” falan demiş. O da niye diyince gördüklerini olduğu gibi anlatmış. Sanırım Hıncal bana o günden beri takmış durumda ama çok da önemsemiyorum. Sonuçta yaşlı adam, bir sürü hastalıkla uğraşıyor, cevap verip kalbini kırmak istemem.

Peki, Ece Hanım’la ilişkiniz ne durumda?
Ya, Ece’yle yaklaşık 15 gün çıktık. Sonra yürütemedik, ayrıldık. Sen sormadan söyleyeyim ayrılmayı ben istedim.

Neden ayrıldınız? Yürümeyen neydi?
Abi, çok yavaştı, bir de çok çabuk yoruluyordu. Boyu da uzun olunca haliyle... Ben kısa kadın severim, atıp tutması, çevirmesi falan kolay oluyor. Daha hareketli oluyorlar bir de. Uzun kadın böyle afedersin mal gibi yatıyor. Çevirsen dönmüyor, kolu bacağı kafana çarpıyor. Yani ekranda, sokakta falan iyi de başka türlü verimli değil. Ha ben de olsam 2 metre, 150 kiloluk bir adam tamam. Yani tamamen kızın hatası demiyorum. Ama olmadı, bir şekilde yürütmedik ve ayrıldık.


"Beni çeken delice cesaretleriydi"


Biraz da yeni görevinizden bahsedelim. Çok fazla teklif aldığınızı biliyoruz. Hatta timesonline, rackjite.com, amazon gibi dünya siteleriyle de adınız anıldı. Neden malaanlatırgibianlat’ı seçtiniz?
Güzelim ben profesyonelim ve kimse kusuruma bakmasın, bu konuda alçak gönüllü de olamayacağım ama âlemin en iyisiyim. Sonuçta yılların birikimi var. Sadece deneyimimin zekatını versem Kaspersky, Norton falan ihya olur. Çok uzun süre bir işi yapıp, zirveyi tadınca haliyle paraya da doyuyorsun. Yani benim paraya ihtiyacım yok. Artık zevk için çalışıyorum, iş seçiyorum ve beğenmediğim işi yapmıyorum. Yani alanında bir numara olursan çalışmama gibi bir şansın var. Ben biraz bunun keyfini sürüyorum. Ha, niye illa malaanlatırgibianlat dersen de, çocukların cesareti hoşuma gitti. Sonuçta hepsi genç çocuklar. En büyüklerinin zekâ yaşı 6,5 falanmış yanlış bilmiyorsam. Ve bu kadar genç olmalarına rağmen, benim gibi bir ismin onlarla görüşebileceğine inanmışlar, buna cesaret etmişler. Yani sen de bilirsin az çok. Sen şimdi yerel bir gazete olmadı fanzin çıkarıyorsun. Ertuğrul Özkök’ü de burada yazmaya ikna etmeye uğraşmazsın. Niye? Abi gelmez ki dersin, daha işe başlamadan, kendi yaptığın işin kalitesini kendi gözünde baltalamış olursun. Ama bu çocuklar bu şekilde düşünmediler. Sonuçta yaptıkları işe o kadar inanmışlar ki, benim onları reddetmeyeceğimi, reddetsem bile bunu, siteyi beğenmediğim için değil, zamanım olmadığı için yapacağıma emin olmuşlar. Ve yanılmadılar da. Siteye öyle ahım şahım bayılmadım, sonuçta bu çok büyük bir sektör ve çok fazla aktör var. Bu işe başlamakta ve tutunmakta finans, önemli bir etken. Ama çocuklar oldukça sıkı başladılar ve delice bir cesaretleri vardı. Beni bu cesaret ikna etti…

Peki, malaanlatırgibianlat’a neler vaat ediyorsunuz?
Bir kere bu sayfalarda terbiyesiz okur istemiyoruz. Terbiyesizlik, hayvanlık yapılacaksa onu biz yaparız. Temel ilkemiz bu. Ama hayvanlık istemiyoruz demek mal istemiyoruz demek değil. Burası önemli, lütfen yanlış anlaşılmasın. Biz malları aramızda görmek istiyoruz. Zaten sitenin adı malaanlatırgibianlat. Benim görevim, sitede gezinen ve terbiyesizlik yapmaya meyyal okuru alaşağı etmek. Ama sözle, ama hareketle ama tacizle fark etmez. Bunu yaparken de kendi ekibimden yardım alacağım.

Bu tür bir uzaklaştırma tavrı okuru soğutmasın?
Soğutsun efendim, gerekiyorsa soğutsun. Okur da biraz insan olsun, kalıbının adamı olsun. Hayvanlığın lüzumu yok, okur fetişisti olmanın âlemi yok. Şimdi çocuklar yazacak efendi efendi, ya da saçmalayacak dökecek. Hayvanın biri gelip sıçıp sıvayacak, moralleri bozacak. Yok öyle. Bu çocuklar sahipsiz değil, ben bu çocukları ezdirmem. Varsa götü yiyen, gelsin benimle konuşsun. Çocuklara dokunana çok fena dokunurum, onu da buradan bildireyim.

Kime bildiriyorsunuz?
Ha belli bir adres yok. Ben genel anlamda söyledim. Malum bazılarının köşeleri olabilir, oradan plaka verir gibi site adı verip, sırf beni üzmek için çocukları rencide etmeye kalkabilirler. Maksat bunları engellemek, üzüm yemek… Yoksa bizim bağcıyla bir sorunumuz yok.

Sözleşme süreniz ne kadar?
Şimdilik bir yıl opsiyonlu üç yıl. İlk iki yılın sonunda genel durumu değerlendireceğiz. Karşılıklı memnuniyet düzeyimizi ölçeceğiz ona göre birlikte devam edip etmeyeceğimize karar vereceğiz. Ama ben şu ana kadar çok güzel bir sinerji yakaladığımızı düşünüyorum.

Transfer ücretinizi sorsak...
Bak canım sen gençsin, bilmemek ayıp değil. Kadına yaş, profesyonel maaş sorulmaz. Hadi bakalım...

senin ağzını burnunu kırarım! senin değil lan! senin de değil okur!


İngiltere’de Lancashire'a bağlı Pressall beldesi eski belediye başkanı 58 yaşındaki Ian Stafford, kadın komşusunun evine gizlice girerek iç çamaşırlarını çalmakla suçlanmış. Üstelik deyyusun tek haltı bu da değilmiş. Zaten tipe bakınca herifin ne mal olduğu anlaşılıyor. Ya tavuk çalar, ya kadın donu olmadı, evlerden kesmeşeker kolonya aşırır bu.. Gözlere bak hele!

Bu iblis, bu mendebur, bu ne idüğü belirsiz sinsin suratlı makak maymunu "kadın iç çamaşırı çalmak başta olmak üzere" 3 ayrı hırsızlık suçundan gözaltına alınmış. İmdi, hırsızlıklarının en fenası kadın donu çalmaksa bunlardan bir top 3 yaparsak ne olur? Ne bilim n'olur lan! Bana ne?

Hayır, o değil her seferinde atlamayayım, yargılamayayım, iki dakka delikanlı olup halden anlayayım diyorum ama bu nasıl bir haber devamı lan? Bak şimdi geliyor...

"İç çamaşırlarının sürekli kaybolmasından rahatsız olan Ian Stafford'ın bayan komşusu, önce yatak odasına gizli kamera yerleştirdi ardından da polise ihbarda bulundu. İhbarı değerlendiren polis, yaptığı araştırma sonunda genç kadının iç çamaşırlarını eski belediye başkanı Stafford’ın çaldığını tespit etti. Falan oldu fişmekan oldu, yan yattı çamura battı..."

Arkadaşım, dha muhabiri, güzel kardeşim! Sen bu haberi bizzat yazıp gönderdiysen de ajanstan alıp çevirdiysen de orta yerinden çatla e mi! Ulan donu sürekli kaybolan biri ola ola rahatsız mı olur?

"Yav kıçımdan çıkarıp, yıkıyorum. Makineden bizzat kendim alıp asıyorum. E, ipten toplayıp ütüleyip don çekmecesine yerleştirdiğime göre, ipten çalınıyor olamazlar. Ev halkını dayaktan kırdım geçirdim, millet yemin billah ediyor biz almadık diye. İsmail'in götünü açtım baktım, yok. O da çalıp giymemiş. Ulan kendi elimle çekmeceye koyduğum don nereye gider? Lan sakın eve erotik hırsız dadanmış olmasın? Lan dildomu almasınlar? Vay babayın ağzına!" demez mi? Tırsmaz mı haaa? Tırsmaz mı? Sadece rahatsız mı olur? "Amaan don işte, ayol, çalıyorlar anam ne yapayım mı?" der? Ha, sığır ha? Öyle mi der?

Hadi onu geçtim. Bayan nedir ha? Bayan nedir seni Allah kahretmesin. Ellerin, parmakların mıncık mıncık kırılsın e mi? Öküz seni öküz! Defol! Bırak muhabirliği! Derhal minibüs hattı al, başla Ulus - Abidinpaşa arası çalışmaya. Rezil seni! Bayanmış. Mankafa!

Not: Adamın adı yanlış yazılmış. Bilbo Baggins olcakmış. Mordor'dan arayıp düzelttiler.

Lan

*Derdimi anlatacak kadar İngilizce biliyorum, diyen insanlara nasıl imrenirim bilemezsiniz. Ne dertsiz adamlar varmış. 20 yıldır Türkçe konuşurum, ben derdimi Türkçe bile anlatamıyorum.

*İnsanı hayvandan ayıran şey sanattır. Yazın, çizin, çalın, söyleyin, akte edin, heykel yapın, ayakkabı tamir edin, masa ayağı çakın, ampul değiştirin, olmadı fotoğraf çekin bari. Hayvanlığın alemi yok. Düşünmek? O insanı odundan ayırır. İnsanı insandan ayırma özelliği de var. Koyun kurt ile gezerdi fikir başka başk'olmasa. Ah olmasa! Yar ey yar ey olmasa!

dedi


Bu bir klasik.

"Ulysses" okuyan Marilyn Monroe. Üstelik sağ ayağının son iki, belki de üç parmağı da dikkatlice gizlenmiş. 31? Alakası yok.

Bir profesyonel: Sabri İntertoto


İnternet denen ortamın gittikçe yozlaşması ve sörf güvenliğinin zayıflaması üzerine blogumuza bir güvenlik görevlisi almaya karar verdim. Bundan sonra güvenliğimizden bir profesyonel sorumlu.

-Evet sayın İntertoto, sizin yorumunuz nedir?
-Ana kucağı gibiyimdir.

İstekler

İzleyecilerimizden yoğun yoğun istekler gelmektedir; "Kenan Komutanı" ve "Türkstar, benim adım Fatihe"yi aramızda görmek istiyorlar.
Çok yakında dehşetli ve belki de özgün videolarıyla "Ursus Domesticus" ve "Koalos Ankaraeos" da burada olacaklar.

Yes Mi? Evet!

Görmeden ölünmeyecek 100 şey varsa bu onlardan biridir kesin herhalde sanırsam galiba...